Türkiye gençliği sekülerleşiyor mu? Halil İbrahim Yenigün yanıtladı
Bir süredir “Sekülerleşiyoruz!/Muhafazakarlaşıyoruz” tartışmalarına tanıklık ediyoruz. Özellikle de gençlerin sekülerleşip sekülerleşmediğini ve bunun ne anlama geldiğini Halil İbrahim Yenigün’le konuştuk. Yenigün Stanford Üniversitesi İslam Araştırmaları Merkezi’nde çalışmalarına devam ediyor.
Son zamanlarda bir “sekülerleşiyoruz” tespiti var gündemde. Sekülerleşmeden kastımız nedir? Bunun yanı sıra, siz muhafazakar/Müslüman mahallede sekülerleşme gözlemliyor musunuz?
Laikleşme, dünyevileşme, sekülerleşme, son zamanlarda da yaygınlaşan “deistleşme” birbirlerine akraba kavramlar olarak kullandığımız tabirler. Aslında aşağı yukarı hepsi bir endişeyi, kaygıyı, korkuyu yansıtıyor sanıyorum. 28 Şubat sonrası dönemde “dünyevileşme” çok yaygındı mesela, “İslami kesim” denen o kalabalık ve heterojen toplulukta ideallerden uzaklaşma, savrulma, dağılma gibi endişeler vardı. Başta Erdoğan ve çevresi olmak üzere birçok İslâmcının “ayakları yere basmayan siyaset”e rest çekmeleri, belediye ihaleleriyle zenginleşen dindar adamların hayat tarzlarında, özellikle mal ve kadın konularında gevşemeler göstermeleri, boşanmaların ve çok eşliliklerin artması, ajansların kurulmasıyla şaibeli yollarla sermaye birikimine başlanması, vs. vs. Bunlar o dönemde birçok insanın “dünyevileşiyoruz!” telaşelerinin sebebi olan süreçlerdi. Tabii bu söylemler katlanarak devam etti, eski Akıncı gençlerin inşaatçı olmasıyla “mücahitler müteahhit oldu” şeklinde yaygınlaşan, sonra da iyiden iyide vulgarlaşan tabirler dillerden düşmez oldu. 2011 sonrası hükümetlerde de hükümet kanadının “İslamlaştırma” politikaları ile genel kamuoyu toplumun giderek sekülerlikten çıkıp dindarlaştığı algısını taşırken önemli bir kısım ise dip sekülerleşmeye dikkat çekmeye çalıştı. Velhasıl çok karmaşa hali var değil mi? Dip sekülerleşme iddiası yapan bir sosyologun 15 Temmuz sonrası “ben bu toplumu tanımamışım, bu işi bırakıyorum” tarzı mizaha meyletmesi dahi bu kafa karışıklığının sıradan vatandaşı da çok aştığını birçok entelektüel ve bilim insanını da kuşattığını gösteriyor sanırım.
Elbette bu kavramlardan ne kastettiğimizi, -hemen her kavramda olduğu gibi- netleştirmediğimiz ve teorik olarak tartışmadığımız için de bunların olduğunu söyleyerek başlayayım ben de. İngilizce olsun Arapça olsun çok geniş bir literatür vardır sekülerizm ve sekülerleşme konularında, ayrıca İslâm’la sekülerliğin ilişkisine dair. Türkiye yaklaşık 100 yıla dayanan bir zaman zarfında laiklik üzerine birbirini yedi ama kaç tane telif eser üretildi? Şöyle bir bakın çoğu yazılıp çizilen gazete yazısı, televizyon konuşması minvalinde sarf edilen sözler. Bunlarla elbette fikri olarak yol almak ve kendimizi kavrayıp tartışmak çok zor. O yüzden teorik ve kavramsal olarak konuya eğilmeden, çok çok bölük pörçük ve çoğu zaman da anekdotal gözlemler yapıp, spurious/sahte dediğimiz değişkenlere odaklanıp toplumumuzu anlamayı kendi kendimize daha da zorlaştırıyoruz gibime geliyor benim.
Ben şahsen çok boyutlu süreçler bütününü anlatan sekülerleşmeyi boyut boyut tartışıp yol almaya taraftarım. Mesela ailede kadınlar başını örtüyor ama anneler otuz yıl önce hiç müzik dinlemezken ve zamanının çoğunu ibadet, Kur’an tilaveti ve kermes, bağış toplama gibi her şeyiyle dinî olarak tanımladığı faaliyetlere adarken otuz yıl sonra hem onların hem kızların namazı bırakıp pop bir kültürde, mesela dizilerle geniş toplumla buluşması, zamanlarının çoğunu (parti faaliyetleri dahil) dinî olarak tanımlayamayacağı faaliyetlere adaması sekülerleşme sayılıyor mu? Bu mu kastımız? 30 yıl önce başlarını örtmeden bu hayat tarzında olan bir kadın şimdi eşi de bürokrat olduktan sonra başını örtüp hacca gidip gelip sonra bu hayata devam edince İslâmlaşmış ve sekülerliğini azaltmış mı oluyor? Bir taraftan ben hemen her gün hem de her yaş grubundan birçok kadın arkadaşın sosyal medyada açıldığını ilan ettiğini görüyorum. Çok sağlam dindar, hatta mücadelenin çok içinde de olan bu arkadaşlarla yazışmalarımızda artık dinle çok alaka kurmak istemediklerini ifade ediyorlar. Büşra Cebeci’nin de yazı dizisi çok tartışma doğurdu mesela. Bunların hepsinin kayda geçmesi, hesabının tutulması ve neye tekabül ettiğinin çalışılması gerekiyor.
Erkeklere hiç girmiyorum bile. Zaten dış görünüşte hiç zorlanmayan erkek, çok açıktan dindarlarla özdeşleşmiş kıyafet ve tarz tercih etmedikçe eskiden beri sadece performatif yollarla, tamamen gönüllü olarak dinle ilgili kesimlere aidiyetini gösteriyordu. Yani kadın başını örttüğü anda sigara içmemekten takvalı yaşamaya, devamlı dini temsil etme misyonuna itilirken, namazını kılan veya aynı kesime mensup erkek sadece gönüllü olarak bu işlere girip politik veya sosyal olarak onu beyan edici tutumlara girdiği zaman bir nevi eşitleniyordu. Şimdilerde ise her simge “boş gösteren” olmuş durumda tabii ki. Bence bizim kafamızı karıştıran sorular böyle sorular.
Jose Casanova’dan Charles Taylor ve William Connolly’ye teorik olarak ve literatür bakımından çok mümbit bir sahadan bahsediyoruz burada ama bunların bir değerlendirmesine girmek istemiyorum ben. Kavramlardan ne anladığımı daha çok tavzih edip ayrımlarımı da ortaya koyup oradan gitmek niyetindeyim, eğer uygun bulursanız.
Devletin dinden boşanması, yani dinî ilkelerce yönetilmemesi, toplumsal, ortak kamusal hayatın dinden boşanması ve son olarak özel hayatın dinden boşanması gibi eş zamanlı da olabilecek ama tarihen ayrı ayrı ilerlemiş süreçlerden bahsediyoruz sekülerleşme derken çoğunlukla. Ben eskiden beri sekülerlik muvacehesinde tartıştığımız herhangi bir durumu birlikte tecrübe eden farklı öznelliklerin bu durumu kendilerine has anlamlandırmalarla, eş zamanlı ve aynı mekânda olsalar da farklı farklı yaşamalarına kafa yorarım. Kısaca malumu ilam ediyorum ama niyet ve saiklere göre değişir eylemin anlamı. Mesela, yoksulluk ve sosyal adaletsizliklere devlet yönetiminin parçası sıfatıyla farklı farklı saiklerle kafa yoran kişiler: Sözgelimi tamamen Marksist prensiplerle düşünerek bir tavır alanlara mukabil dinî saiklerle ve dini değerlerinin gereği olarak kafa yoranlar aynı sonuçlara vardığı zaman dahi o durumlar ve süreçler ilk kişi için “seküler” bir durum iken diğer kişi için “dinî” bir durum olabiliyor. Hayatı kompartıman istiaresiyle düşünen ve kompartımanlarda “bizim dinimizin dediği olur” noktasına gelmeyi, yani onları İslam sancağı dikip“fethetmeyi” amaç edinenler bence elbette tam da bundan dolayı çok yanlış bir din, müesses din ve toplumsallaşmış din algısına sahipler. Aslında St. Augustine’den beri bir taraftan aynı toplumdayken diğer taraftan farkı bir şehir, “Tanrı şehri” yaşayabilme ülküsü dinî siyasal teorilerde vardır, yani yeni bir şeyden bahsetmiyorum; Augustine’e hemen hiç katılmasam da. “Dünyada olup dünyevî yahut dünyalık olmamak” (to be in the world but not of the world) yine çok bilinen bir Hristiyan idealidir.
Hayatı bölümlenmiş alanlar şeklinde anlayan bu tasavvurlar seküler rejimlere ve toplumlara dini düşünce namına kendi alanları gasp edilmiş düşüncesiyle direnirken, sekülerler de sekülerizmi “ya biz ya o” şeklinde, aslında çok modern bir sorun olarak anlıyorlar bence. Böylece iki grup da o alanları ya dinin, ilâhî olanın, ya da aklî, insanî süreçlerle belirlenmişin kontrolünde olacak gibi farz ettiler. Biri tarafsız ve özgür alan olması için dinin dışarıda olmasını isterken diğeri de dinin bayrağını dikerek ve normlarını herkese dayatarak ancak hayatını İslamlaştıracağını düşündü.
Bence vakıayı dünyayı “bölümlenmiş alan” metaforuyla anlayan herkes haliyle yanlış anlıyor ve sekülerlik konusunda şekilde ve satıhta kalıyor. Ben bunun yerine kişinin kendi üzerinde taşıdığı subjektif bir durum olarak tanımlıyorum; bir zihniyet ve amel sorunu olarak. Yani insanın kendi kafasında olup biten ve esasen değerleriyle ve onların amelleriyle ilişkisiyle ilgili olan bir şey sekülerlik. Öğrencilerime bu konuları izah için 2’ye 2 tablo çizer, bir boyutta fikrî-amelî ayrımı, diğer boyutta da zımnî-aşikâr ayrımı yaparım. Buna göre ahlâk ve siyasetteki değerleri itikadından değil ama başka kaynaklardan doğan insanlar fikrî seküler (mesela Müslüman ama milliyetçi, Müslüman ama muhafazakâr, ayrıca da doğrudan salt sosyalist); amellerinin saiki salt dünyevi saikler olanlar amelî sekülerler oluyor. Yine kendilerini açıktan seküler olarak tanımlayanlar “aşikâr seküler”ken, öyle tanımlamayıp amelleri veya fikirlerinde çelişkili biçimde dünyevî kaynaklarda temellenmiş unsurlar bulunanlara da zımnî sekülerler diyorum. Tabloya göre de bir kişi için zımnî-fikrî, zımnî-amelî; aşikâr-fikrî (sekülerist) ve aşikâr-amelî olarak dört farklı durum tanımlayabiliyorum.
Bu kavramlaştırmalara göre sorularınıza dönecek olursak, sekülerleşme gözlüyor muyum? Aslında elbette, sadece Türkiye’de değil her yerde Müslümanlar çok eski zamanlardan beri sekülerlik yaşamıyorlar mı? Türkiye’de yazar bir ağabey ben Mısır’dayken ziyarette bulunmuş ve sıkça gelip gittiği Mısır’a ilişkin “ben bu kadar laik bir ülke görmedim, namaz vakti görsen herkes uhrevi bir alemde, ama camiden çıkar çıkmaz ansızın en dünyevî insanlar oluyor, din hiçbir amellerini yönetmiyor” demişti. Bunu hep zımnî-amelî sekülerizme örnek olarak anlatırım ve sahiden de ben de aynen öyle gözlemiştim Kahire’deki Müslümanlığı. Peki bu eskiye nazaran daha mı çok şimdilerde? Bence bu sorunun cevabı da evet. Kişiler dünyalarına hâkim norm olarak dinden bağımsız, kutsal olmayan, profan olan kaynakları referans aldıkça kendilerine daha seküler bir dünya kuruyorlar. Görünüşlere, şekillere kesinlikle aldanmayalım. Başörtülü bir kadın veya cellabiyeli bir adam ticarette, insanlarla ilişkilerinde, gündelik muamelatta başörtüsüz veya son derece seküler görünümlü bir kişiye nazaran çok daha nihilistçe ve seküler davranabilir. Mesela “senin ayağın yere basmıyor, ticarette bu işler böyle olur” veya “Kur’an öyle diyor, şûrâyı emrediyor ama bizim toplumda, siyasette ancak güçlü bir lider gerekir ve istişare de gerekmez” derken tam anlamıyla seküler normlara göre, yani zımnî-amelî seküler biçimde davranıyordur. Ben bu anlamda kesinlikle bir sekülerleşme gözlüyorum, kişiler dünyalarının çok daha fazla yerlerinde, dinden kaynaklanmayan normlara göre, -aslında başka bir normatif sistem de benimsemedikleri için- pragmatik bir normsuzluk içinde davranıyorlar. Dinde maneviyatta daha ileri gözükseler de onunla dünyevî hiçbir muamelatı karıştırmıyorlar. Elbette Türkiye toplumunda Selefileşme, özellikle Suriye savaşıyla birlikte arttı. Onlar bu konuda çok daha pazarlıksız ve katı davranabiliyor, aksi bir örnek teşkil edebiliyorlar. Ama genel kitlenin sekülerleşmesine nazaran çok da büyük bir oran teşkil etmiyorlar sanıyorum. Tabii ki son kertede uzun zamanlara yayılmış ampirik verilere ihtiyacımız var bu söylediklerimi teyit için ama onların yokluğunda bu tür dar kapsamlı gözleme dayalı konuşmak zorunda kalıyoruz. Umuyoruz bu tür değerler anketleri çoğalır. Inglehart’ın meşhur ettiği dünya değerler anketinde daha çok ibadet etme, yahut muhafazakârlaşma anketlerinde muhafazakârlaşmayı ölçen sorular elbette ilgimiz değil burada. Zaten en büyük sıkıntımız bu kavramları birbirlerine karıştırmamız: muhafazakârlaşma, dindarlaşma, İslamcılaşma, vs.
Diyelim ki sekülerleşiyor, bu ne anlama geliyor? Risk mi yoksa fırsat olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa sadece kaçınılmaz bir sonuç mu?
Ben normatif olarak zımnî-amelî sekülerleşmeyi kesinlikle olumlamıyorum. Onun dışında insanların bilinçli olarak “ben artık sekülerim” diyerek öyle bir hayat yaşamasını çok daha olumlu ve dürüstçe buluyorum. Kısaca kendi hallerinin hesabını kendilerine vermeleri, itiraf etmeleri bence çok daha makul bir toplum doğurur. Biz Müslümanız, dindarız, İslâmcıyız deyip bir taraftan tamamen bunların dışındaki normları hayatlarının daha çok alanının hâkim normları hâline getirmeleri daha çelişkili tavırlar çünkü. Elbette her birimiz nice alanda çelişkili ve tutarsızız, bu kimseyi yargılama vesilesi değil. Ancak açıktan seküler kişilerle ben şahsen çok daha anlamlı ve samimi ilişkiler kurabiliyorum. Açıktan ateist, deist, seküler, Marksist, liberal olanlarla ve dünyalarını bu beyanlarına göre tutarlı kılmaya çalışanlarla. Aslında sanırım ahlâkî düzlemde karşımdaki insanın hangi normlarla hareket ettiğini bilip ona göre güvenle ilişkide olmak istiyorum, ateist bir Kantçı ise Kantçı, ehl-i hadis bir İslâm ahlâkiyatını benimsiyorsa ona göre davranan. Çünkü insan karşısındakinin ilkelerini bilip ona göre ne yapıp ne yapmayacağını bilmek istiyor, normatif çerçeveyi paylaştığı biriyle sorun yaşadığında da onunla o çerçevede bu sorunu dile getirmek.
Kaçınılmaz sonuç derken de sanırım daha yapısal ve materyal sosyolojik sonuçlardan bahsediyorsunuz. Bunun çok örnekleri var elbette: 1980’lerde çok gençken İslâmcılaşan ilk neslin radikal rest ve kopuşlarla “dünyevî” olarak nitelediği her şeye mesafe almasıyla bir sonraki nesilde o ailede büyüyen bir kız veya erkek çocuğunun mahallesinde, komşularıyla ilişkilerinde, okulda arkadaşlarıyla ilişkilerinde bütün bu normları yeniden müzakere etmeye çalışması çok farklı şeyler doğuruyor. Hele o ailenin daha önce ancak cihadın bir aracı olarak meşrulaştırılabilen, ihale, makam-mevki gibi maddi cazibeler karşısında bir zaman sonra pes etmesi, maddi ilişkiler ve çıkarlar ağının ister istemez içine çekilmesi, hayatının güç ve paradan ibaret olması elbette çok daha başka durumlar doğuruyor. Sanırım siyaset ve ticarette her türlü usulsüz durumun siyaseten kaldırılabilir olduğu (yoksa kazanımlarımız gidecek!) günümüzde artık müesses hale gelmiş olan maddî altyapı, -şekilde, şekilcilikte her ne kadar başörtüsü ve haclar, umreler, toplu ibadetler satıhta başka türlü gösterse de- diplerde seküler olmayan bir hayat tarzını çok daha mümkün kılmıyor. Düşünün yani usulsüz olduğunu bütün ailenin bildiği ihalelerle büyümüş koca bir nesil var. İslâm’ın açıktan yasak ettiği birçok maddî, ticarî ilişkiye gire gire muazzam büyümüş aileler, gruplar var. Bunların dinin emirleriyle hangi düzlemde nasıl ilişki kurabileceği çok çetrefil bir sorun artık.
Dikkat ederseniz modernleşmenin sekülerleşme getirmesi gibi bir şeyden bahsetmiyorum, her ne kadar modernleşme ile ilgili olan süreçlerle sekülerleşme ile ilgili olan süreçleri bağdaştırsam da.
Sekülerlik-dindarlık eksenleri arasındaki farklılık/gerilim uzun bir süre politik bir farklılık ve kutuplaşma olarak yorumlandı. Şimdi ise genç kuşağın Müslüman kimliğini terk etmeden sekülerleşmesini ima eden kültürel bir değişim gözlemleniyor, en azından böyle bir yorum var. Sekülerleşme, politik farklılık göstergesinden kültürel dönüşümün göstergesine doğru bir evrilme geçiriyor. Bu tespit üzerinden bir karşılaştırma yaparsak, seküler birinin sekülerliği ile Müslüman birinin sekülerliği arasındaki farklar ve benzerlikler nelerdir ve siz bu kutuplaşmayı nasıl değerlendirirsiniz?
“Seküler vs. dindar”, kimlik sosyolojisi bağlamında zıt kimlikler olarak kurgulandı ve bu bağlamda bu soru bir anlam taşıyor, evet. Bu biraz benim dediğim aşikâr sekülerler ile İslâmcılar, yahut amelî-zımnî sekülerler arasındaki gerilimlere işaret ediyor. Kendisine İslâmcı diyenler de, dindar diyenler de aslında giderek sekülerleştiği için aradaki fark sanırım aşikâr seküler olmak ile zımnî seküler olmak gibi bir farktan ibaret.
Ama sorunun devamına bakacak olursak, “seküler sekülerlik” çok totolojik olmuyor mu? Sekülerler zaten seküler bir hayat tarzını veya felsefeyi benimsemekle bizatihi İslâm’dan çıkmıyordu. “Müslüman sekülerlik” sahiden ne anlama geliyor? Burada kavramları netleştirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Ben mesela Müslüman’ım ama liberalim, muhafazakârım, milliyetçiyim, vatanseverim, sosyalistim diyen herkesi de fikrî seküler olarak nitelendiriyorum.
Yok soru şu gruba tahsis edilecek olursa: Türkiye’de Müslüman’dan başka hiçbir kimlik benimsemeyen kişiler ile Müslümanlığı aslî kimlik olarak benimsemeyen, aslî kimlik olarak başka ideolojik kimlikleri benimseyenler arasındaki tezat yahut gerilim. Evet, bu gruplar arasında seküler ortaklaşmalar giderek arttı diyebiliriz. Ben böyle gözlüyorum şahsen. Namazı veya diğer ibadetleri AKP’li olsun, muhalif Müslüman olsun çok daha kişi ihmal ediyor; içkiyi sanırım eskinin dindarı çok daha kişi içiyor ve bunlar olmasa bile seküler kişilerin günlerinin daha çoğunu ayırdığı faaliyetlerle aralarında ufak tefek ayrımlar dışında hemen hiç fark gözlemiyorsunuz. Mesela söylemsel olarak AKP taraftarları karşıtlarına hak-batıl, ümmet-küffar gibi ayrımlar üzerinden yaklaşsalar da aslında son kertede bunun böyle olmadığının, partilerinin o topluluğun maddi ve siyasal çıkarlarını temsil etmek dışında hiçbir biçimde dinle nitelendirilemeyeceğinin hepsi farkında gibi geliyor bana. MSP geleneğindeki partilerde bu durum yoktu mesela. Parti faaliyetlerini “cihad” üst başlığında diğer salih amellerle ve diğer cemaatlerin tebliğ ve hayır faaliyetleriyle birlikte değerlendirirlerdi. Bu muazzam bir fark yaratıyor elbette. (Hangisi daha sağlıklı o tartışılır tabii). Şu an en radikalleri bile çok çok “cihad edenlere [kasıt genelde Nusra gibi örgütler] en büyük desteği bu parti sunuyor” gibi gerekçelerle destekleniyor. Burada sahiden siyasal tasavvurlarda sahici bir dinî alan siyasal alan ayrımı gerçeleşmiş vaziyette bence ve bu Ortaçağ İslam’ının konsensusunu hatırlatıyor bana. Yani ilk dönemlerde nice ağır ilim ve amel şartlarını taşımak zorunda olan halifelerin yerine bunların hiçbirini taşımayan ve dinen çoğunlukla cahil asker-komutan emirler ile bunlara kendilerine ve hukuklarına güç ve tanınma karşılığı meşruiyet atfeden halife ve ulemanın “Sünni konsensus”u. Bence bu formül büyük ölçüde rücu etmiş durumda.
Her halükârda eskiden iki kesime indirilen bu gruplar daha çok ortak alanlar paylaşıyor mu?
Bence evet. Eski ikilikler çok daha karmaşıklaşmış durumda ve çatışma alanları Müslüman ve laik siyasal kimliklerinin tezatı üzerinden gitmiyor.
Bir de şunu unutmayalım, dini algılama biçimi, dinin müesses yapı olarak kendisi de daha sekülerleşmiş olabiliyor (Protestanlık gibi.) Bu anlamda daha seküler bir İslâmdan kaynaklı “daha seküler Müslüman habitusu” doğuyor da denebilir. Mesela eskiden “dindar olmak,” özellikle bir kadın için, adeta bir rahibe gibi bütün şahsi ve sosyal hayatını dine adamış olarak davranmak ve yaşamak anlamına geliyordu. Mehmet Efe’nin Mızraksız İlmihal’i, Halime Toros’un Halkaların Ezgisi, bunlara bir nevi isyandı. Şimdi ise çok temel asgari şartları sağlamanın ötesinde, belki onları dahi sağlamazken, vaktini eskilerin “mâlâyânî” dedikleri gezme ve eğlencelerle doldurmak, içten geldiği gibi yaşamak hiç de “dindar” kimliğine aykırı gelmiyor. Dindar tanımının bu dönüşümü de ayrıca not edilmeli bence. Bu dinin sekülerleşmesi mi, ayrıca tartışılabilir ve kimi yönleriyle bu böyle bence.
Yaşama Dair Vakıf geçen haftalarda sonuçlarını açıkladığı bir gençlik araştırması yaptı. Araştırmada kendini öncelikle Müslüman olarak tanımlayan ve büyük çoğunluğu AK Parti’ye oy veren gençler de dahil olmak üzere, her kesimden gençlerin yaklaşık yarısı daha iyi eğitimi, işi ve hayatı Batı ülkelerinde bulacağını düşünüyor. Pek çok dindar genç, inançlarını daha özgür yaşamak için de Batı’ya gidebileceğini söylüyor. Genç kuşağın sekülerleşmesi ile Batı’ya duyulan “özgür yaşam ve özgür inanç” güveni arasında bir bağ var mı, nasıl?
Bu anketin raporuna benim de bakma fırsatım oldu. Yalnız bu korelasyonlara ilişkin daha belirgin bir şeyler söyleyebilecek kadar veriye veya bulguya rastladığımı iddia edemiyorum. Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerine karşı sanırım gençlerde Center for American Progress’in toplumun geneline ilişkin bulduğu sonuçlara nazaran daha az husumet var. Yaşını başını alıp hayatına belli bir rota çizmiş insanlara nazaran gençlerin gelecekten daha çok umutlu olmak istediklerini, materyal değerler veya onların aracısı olarak mesleklerini, eğitimlerini, yabancı dil bilmeyi önemsediklerini açıkça görebiliyoruz. ABD ve Avrupa da yabancı dil ve eğitimle öne çıktığı için bu tür sonuçlar bulunması normal. Bana bunun üzerinde çok da olağan dışı sonuçlar var gibi gelmedi açıkçası. Daha da ötesi gençlerin geleceklerine ve toplumda gelecekleri mevkiye ilişkin belli temel kaygı ve beklentilerle uğraşmaktan, kutuplaşma söylemlerine konu olan ideolojik tartışmalara bizim sandığımız kadar da zamanlarının kalmadığını söyleyebiliriz belki. Kimlik olarak “Müslüman”ın ilk sırada olması çok önemli tabii. Bunun ne derece ideolojik, ne derece kültürel, ne derece siyasal olduğunu anlamak için ilâve sorulara ihtiyaç duyuyoruz gibi geliyor bana. Günlerini nasıl geçirdiklerine ve hayat tarzlarına bakılacak olursa ufak tefek ayrımlar dışında ne kadar ayrışıyorlar mesela? Az evvel tartıştığımız durumlarla uyumlu sonuçlar var gibi geldi bana. “Müslüman’ım” demek eskisi kadar “öne çıkmak”, “kendini ortaya koymak,” riske atmak gibi şeyler demek değil ve başta davetçilik, misyonerlik olmak üzere çok da ağır şartlara imza atmak anlamına gelmiyor. Mesela günlerini namaz ve nafile ibadetler, Kur’an, dinî kitaplar okuma, vaazlar dinleme, bir cemaat, vakıf veya dinî amaçlı gördükleri dernek için çalışma, çevresine tebliğ yapma, İslâmî mücadele verme gibi faaliyetlerle ne derece geçiriyorlar? Bu anlamda dindar olmaktan ne anlıyorlar? Günlerinin ne kadarının böyle “İslâmî faaliyetler”le geçtiğini düşünüyorlar ve dindarlık paketinin içine bu faaliyetlerin ne kadarını dahil ediyorlar? Bu konulara eğilen anketler olursa belki daha doyurucu şeyler söylenebilir bu konularda.
Son olarak refah düzeyinin yükselmesi ile (eğitim, gelir, kentlilik gibi) sekülerleşme arasında bağ var mı? Bir başka deyişle tüketici olma potansiyeli ve sınıfsal farklılıklara dayanan bir dindarlık tecrübesi ile sekülerleşme arasında nasıl bir korelasyon var?
Biliyorsunuz bu bağların iki zıt yönde birden kurulduğu oldu. İslâmcı kimlik Arap dünyası, İran, alt kıta ve Güneydoğu Asya için de eğitim ve kentliliğin artmasıyla aynı yönde artış gösterdi ve modernleşmeci sekülerleşme teorileri bundan çok darbe aldı. Ama son zamanlarda bütün bunlar tekrardan değerlendirilir oldu. Tam da dediğiniz gibi ilk merhalede şehirde kırsal mazbut kimliğinin muhafazasına imkân vermek üzere dinî cemaatler ve örgütler şehirleşen köylüleri örgütlemiş ve kenetlemişken, ilerleyen zamanlarda doğan sınıfsal ve siyasal hiyerarşiler durumu biraz daha karmaşıklaştırdı. İdeolojik ve kültürel bağlar ve ağlar çok daha sahici materyal ilişkileri ne derece örtebilir? Bu önemli bir sorudur ve her bir aşamada Marx’ın orijinal, olumsuz anlamıyla kullandığı biçimiyle “ideoloji”nin ne zaman sınırlarına geldiğini yahut geleceğini gözlemek gerekiyor. Ben ideolojik perdelerin materyal durumları hâlâ iyi kötü örtebildiğini görebiliyorum. Mesela Türkiye’de apaçık sınıfsal gerilim hatlarına rağmen siyasal otorite tezat sınıfsal durumdakileri kültürel kimlik etrafında sürekli icat ettiği ortak kültürel düşmanlara karşı seferber edebiliyor. Bu tabii iktidar aygıtının anlık becerisiyle mi alakalı ve karizmatik otorite dağıldığında sürdürülemez hâle gelir mi, bunu bilemiyoruz. Ama benim gördüğüm yerli ve milli, yahut dinî denebilecek kültürel elitlerin sınıfsal olarak maslahatları giderek kendilerininkilerle çatışan yoksul kesimleri hâlen markajlarında tutabildikleri. Popülist iktidarlar çağında, Trump örneğinde de gördüğümüz gibi, bu dünyanın birçok yerinde böyle olmaya devam ediyor. Kültür ve ideolojinin gerçekliği ne denli örtebilen perdeler olduğunu müşahede etmek tabii ki ilginç tecrübeler.
Bizi Takip Edin