Fil Dişi Kulede Düşünce Namusu ve Aktivizm
Akademinin değeri, yayım yaptığımız dergilerle, atıf sayılarıyla, sunum yaptığımız akademik konferanslarla değil; düşünce namusuyla ve topluma ne kattığımızla ölçülür. Sivil toplum aktivizmi ise bunun yalnızca bir veçhesi. Akademi, toplumlar nezdinde eski önemini yitirdi mi? Michigan Üniversitesi’nden Andrew Hoffman’ın yakın zamanda kaleme aldığı bir yazı, bu tartışmayı alevlendirdi. Üniversitelerin “fil dişi bir kule” olduğu iddiası, yeni […]
Akademinin değeri, yayım yaptığımız dergilerle, atıf sayılarıyla, sunum yaptığımız akademik konferanslarla değil; düşünce namusuyla ve topluma ne kattığımızla ölçülür. Sivil toplum aktivizmi ise bunun yalnızca bir veçhesi.
Akademi, toplumlar nezdinde eski önemini yitirdi mi? Michigan Üniversitesi’nden Andrew Hoffman’ın yakın zamanda kaleme aldığı bir yazı, bu tartışmayı alevlendirdi.
Üniversitelerin “fil dişi bir kule” olduğu iddiası, yeni değil. Kendi aralarında düzenledikleri konferanslarda, birbirlerinin araştırma dizaynlarında kusur bulmakla meşgul; kimi zaman iki elin parmağını geçmeyecek sayıda kişinin okuduğu akademik dergilerde kendi çalıp kendi oynayan; jargon katmanları yüzünden bazen birbirleri ile dahi doğru düzgün anlaşamayan bir güruh olarak görüyor olabilirsiniz akademisyenleri.
Ancak bu kanı ve eleştiriye varmadan evvel, şu soruyu sormamız gerek: Bir insan neden akademisyen olmak ister?
Kuzey Amerika sistemi üzerinden konuşacak olursak; iki senelik bir yüksek lisans programı, üstüne beş-altı sene süren bir doktora programı ve o da yetmezmiş gibi üstüne iki senelik bir doktora-sonrası programının nihayetinde, sürekli daralan iş piyasasında eğer şansınız yaver giderse, bir üniversitede iş bulup hoca olabilirsiniz. Bu süreçte, neredeyse asgari ücret civarı bir bursla geçinmek, iki üç kişiyle evinizi/lojmanınızı paylaşmak, asistanlığınızı yaptığınız hocaların bezdirişine maruz kalmak zorundasınız. Her türlü ayak işi, sınırsız çalışma saatleri, bürokratik zırvalığın yükü de cabası. Yale Üniversitesi’nden Nicholas Christakis’in, birkaç gün önce yaptığı paylaşım, durumun vahametini özetliyor: “Yüksek lisans ve doktora öğrencilerime diyorum ki, eğer haftada 60 saat çalışıyorsanız, meslektaşlarınızdan daha az çalışıyorsunuz demektir.” Hoca olduğunuzdaysa muhtemelen iş güvenceniz olmadan çalışacak, “yayın yap yoksa bitersin” mantığıyla akademik yaşantınızın değerini kaç atıf aldığınız ve kaç yayın yaptığınızla ölçmeye başlayacaksınız.
Peki, bir insan bunca çileyi neden çeker?
Aslında cevabı basit. Bir akademisyenin birincil amacı, dünyayı anlamlandırmaya çalışmaktır. Akademisyen, düşünme eyleminin önemine ve fikri üretimlerinin dünyada bir fark yaratacağına inanır. Düşünceleri, analizleri ile yaşadığı yere katkı sunmak ister. Ancak akademisyenlerin içinde bulunduğu bu ekosistem, onları fil dişi kulelerinde kalmaya bir nebze mecbur bırakıyor. Öncelikle, bu sistem içinde yetişenler, kamuyla makul bir etkileşime hazırlanmıyorlar. Ben hayatımda dinlediğim en sıkıcı, en dayanılmaz sunumları, akademik konferans ve panellerde dinledim. Kolay kolay altından kalkılamayacak derecede büyük veri setleriyle çalışan, dahiyane argümanlar ve istatistiki testler geliştiren bu harikulade beyinler; iş bunları sunmaya, yeri geldiğinde jargonlarından arındırıp özünü anlatmaya geldi mi çakılıp kalıyor.
İkincisi ise, akademik yayın haricindeki her türlü amaç ve eylem hor görülüyor. Yüksek lisansımı yaptığım dönemde, sivil toplum angajmanlarımdan ötürü bir hocam, “sen akademik odağını kaybettin!” diye bana çatıyordu. Halbuki akademisyenler, yeri gelip ömürlerini vakfettikleri konuları, en başta dünyaya etki etmek için çalışmaz mı? Örneğin politik patronaj, seçim hileleri, iyi yönetişim, yolsuzluk gibi konuları çalışan bir akademisyenin, misal, Oy ve Ötesi’nde, Uluslararası Şeffaflık Derneği’nde ya da Doğruluk Payı’nda gönüllülük yapmasından doğal ne olabilir?
Bir özel üniversitede, asistanlarını 1 Mayıs’ta okula çalışmaya çağıracak kadar politik hassasiyetlerden yoksun hocalardan (yaşanmış hikayedir) sivil toplum aktivizmini anlamalarını beklemek belki naif geliyor olabilir. Ancak bu sistemin çarklarına karşı duran onlarca hocamız var. Akademik üretimleri ve eylemleriyle, sivil toplumdaki mücadeleleri ve öğrencilerine verdikleri destekle fark yaratıyorlar. İsimlerini zikretmek benim haddime değil ama dış politikada kadınlar deyince aklınıza Doç. Dr. Zeynep Alemdar, Adım Adım deyince Doç. Dr. Itır Erhart, çocuk işçiliğinin önlenmesi deyince Doç. Dr. Pınar Uyan geliyorsa, bunun bir sebebi var.
Ve en önemlisi akademisyenler, Murat Sevinç hocamın tabiriyle kimi zaman “saçmalasalar” da (zira üniversite, sınırsız saçmalamanın mümkün olduğu yegâne yerdir) düşüncelerini açık bir yüreklilikle ifade etmekten çekinmeyen, tarih boyunca da bu yüzden sürgün veya tasfiye edilen ama “barış için” çalışmaktan geri durmayan düşünce neferleridir. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Yaşar Kemal, buna “düşünce namusu” diyor: “Düşünce namusuna varan kişidir ki insanlara iyilik yapabilir. Memleketini, insanlarını sevebilir. Yani kendi can-ı azizinden başkasını sevebilir.”[1] Üniversitelerin “milli değerlere” dayanması gerektiğini düşünenlere diyebilirim ki türlü türlü yardakçılık ve kraldan çok kralcılıklarıyla “düşünce namuslarını” korumaktan aciz kişilerden; “kendi can-ı azizinden başkasını”, memleketini sevmesini beklemek, olsa olsa komedi değil midir?
Akademinin değeri, yayım yaptığımız dergilerle, atıf sayılarıyla, sunum yaptığımız akademik konferanslarla değil; düşünce namusuyla ve topluma ne kattığımızla ölçülür. Sivil toplum aktivizmi ise bunun yalnızca bir veçhesi.
Düşünce namusunu koruyan, toplumun madunlarıyla dayanışma sergileyen, canını dişine takarak bazen işi ve hürriyeti pahasına yaşadığı yerde fark yaratmaya çalışan çok değerli hocalarıma en derin saygılarımla…
[1] Yaşar Kemal. 2015. Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Bizi Takip Edin