Sivil toplumla ‘çözüm süreci’ni değerlendirme ve yüzleşme raporu…

Cuma Çiçek:  ‘Toplum içinde tarafları “aşan” bir çözüm hareketi ortaya çıkmadıkça Kürt meselesinin siyasi çözümünün çok zor olacağını söyleyebiliriz.’

Barış Vakfı, iki yıl kadar süren son çözüm sürecinde, sivil toplum kuruluşlarının durumuna odaklanan bir rapor yayımladı. Raporda öne çıkan vurgular ise STK’ların çözüm sürecindeki yetersizliği ve tarafların STK’lardan bağımsız olmak yerine taraf olmayı bekledikleri. Raporu kaleme alan akademisyen Cuma Çiçek, “Yüzünü siyasetten ve devletten ziyade topluma dönmüş, toplumsal alanda aktif çalışan, yaptığı çalışmalarla toplumla bağ kuran, topluma güven veren bir sivil toplum deneyiminin oluşması önem arz ediyor. Sivil toplum örgütleri bu dönemde bu çalışmaları yapabildikleri ölçüde olası bir müzakere sürecinde aktif aktörler olarak yer alabilirler” saptamasında bulunuyor.

Barış Vakfı, 2013-2015 yılları arasında yaşanan çözüm sürecinde, sivil toplum kuruluşlarının (STK) performansını kendi ağızlarından dinleyerek bir rapor yayımladı. Akademisyen Cuma Çiçek’in yazdığı rapor Ankara, İstanbul, Van ve Diyarbakır’da toplam 45 STK temsilcisi ve üç uzman ile görüşüldü.

STK’ların kendi dilinden süreçteki pozisyonlarının dinlendiği raporda, çözüm sürecinde, Türkiye tarihine nazaran daha olumlu ve katılımcı bir yöntem izlendiğini ifade eden STK temsilcileri; sivil toplumun süreçteki katılımını yetersiz bulurken, tarafların onlardan beklentisinin ‘objektiflik’ olmamasından yakınıyorlar. STK’ların başka STK’lar, medya, akademi ve siyasetle ilişkilerine ‘çözüm’ bağlamında odaklanan rapor, yaşanması muhtemel ‘çözüm süreçleri’ için STK’lar için bir rehber niteliği taşıyor.

Kürt meselesinin ulusal sınırları aşmış olması, dünya deneyimlerindeki benzerlikler, sorunun silahla halledilemeyeceği gibi çıkarımlar sebebiyle STK temsilcileri “çözüm için masanın yeniden kurulmasını” kaçınılmaz bulurken, yeni bir çözüm süreci için daha hazırlıklı ve daha bağımsız olmaları gerektiğini kabul ediyorlar.

Barış Vakfı adına “2013-2015 Çözüm Süreci’nde Sivil Toplum Kuruluşları” raporunu kaleme alan Cuma Çiçek ile sivil toplumun ahvalini, Sivil Sayfalar için konuştuk…

Türkiye’de ve bölgede bağımsız bir sivil toplum yapısının oluşmadığı, rapora katkı veren STK temsilcilerinin de ağırlıklı görüşü. Bağımsız bir sivil toplum örgütlenmesi neden mümkün değil ve nasıl mümkün olabilir?

Cuma Çiçek

Türkiye’de siyaset büyük oranda devletle özdeşleşmiş durumda. Böyle bir siyasi kültürümüz ve geleneğimiz var. Uzun yıllar siyaset dediğimizde bırakın sivil toplum örgütlerini siyasi partiler de akıllara gelmezdi, esasında devlet gelirdi. Bugün de siyaset büyük oranda devletle özdeşleşmiş durumda. Siyaseti devletle sınırlı algılayan bir toplumsal geleneğimiz var. Oysa siyaset gündelik hayatın her alanındadır. Kazandığımız ekmekten, konuştuğumuz dile, komşumuzla ilişkilenme biçimimizden, kadın-erkek arasındaki ilişkilere, çocuklarımızın yetişme biçimlerinden hayal dünyalarına kadar her alanı etkilemekte, sınırlandırmakta, şekillendirmekte. Buna karşın toplumun büyük bir çoğunluğu siyaseti beş yılda bir yapılan seçimlere katılmakla sınırlandırmış durumda. Bu anlamda bahsettiğiniz değişim için kapsamlı bir toplumsal dönüşüme ihtiyaç var ve bu öyle birkaç yılda olacak bir dönüşüm değil ne yazık ki. Büyük emekleri, farklı alanlarda mücadele ve deneyim biriktirmeyi gerektiriyor.

İkinci olarak belki siyaset kurumuna dair toplum içerisindeki negatif algıdan bahsetmek gerekiyor. Bizim toplumda “örgüt” kavramı suç ile eşdeğer görünüyor. Örgütlü olmak, örgüte katılmak suça bulaşmakla özdeşleşmiş durumda. Oysaki örgütlenme tam da gündelik hayatımızı her yönüyle etkileyen, siyaset kurumuna müdahil olmanın başat yollarından biridir. Tabii bu konuda ülkedeki siyasi deneyim ve geçmiş önem arz ediyor. Bir tür askeri yönetim olan 1927-1952 Umumi Müfettişlikler, 1960, 1971, 1980 askeri darbeleri, 1987-2002 olağanüstü hal yönetimi, 1997, 2007 post-modern darbeleri, en son 2016’da askeri darbe kalkışması ve ardından ilan edilen ve bugün hala süren OHAL, Türkiye’de siyasetin toplumsallaşmasına pek de uygun olmayan bir siyasi-yönetsel geleneğin olduğunu gösteriyor. En önemlisi toplumun siyasete katılımını sınırlandıran bu siyasi-yönetsel geleneğin neredeyse yüz yıllık bir sürekliliğe sahip.

Toplumsal yapıyla ilgili altını çizmem gereken bir diğer mesele, belki de en önemli mesele, kamu, kamusal sorumluluk, toplum algısı, topluma karşı sorumluluk algısının toplumsal yapımız içerisinde her geçen gün kaybolması. Neo-liberal ekonomi ve buna dayalı politik sistem toplumsal dayanışma ağlarını, kültürel ve zihinsel dünyamızı her geçen gün dağıtıyor. Bakın Türkiye toplumunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenir sıklıkla. İslam dininin ekonomi-politiğine dair sıklıkla hatırladığım ve hatırlattığım bir hadis var: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Şimdi bu sözü tek başına kapı komşunuz olarak algılamayın. Diyarbakır, Mardin’in komşusudur, İstanbul Edirne’nin komşusudur, Türkiye Suriye’nin komşusudur. Bu sözü evrensel bir yerden okursanız, esasında size yerel ölçekten sınır-ötesi düzeye kadar dayanışmayı, adaleti emreder. Türkiye’de toplumun neredeyse tamamı Müslüman olduğunu iddia ediyor, okuldan çok camii bulunuyor, öte yandan, milyonlarca yoksul insan var. Bir yanda milyonlarca işsiz, 1.400 TL ile çalışan 10 milyondan fazla asgari ücretli varken, öte yandan ülkenin kaynakları bir azınlık zümrenin elinde her geçen gün tekelleşmekte. Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 20’sinin ortalama geliri, en yoksul yüzde 20’lik kesimin ortalama gelirinin tam sekiz katı. En zengin yüzde 10’luk kesimin milli gelirden elde ettiği pay, en yoksul yüzde 40’nın aldığı toplam payın 1.9 katı. Neo-liberal ekonomi-politik toplumsal dayanışma ağlarımızı, toplumsallığımızı dağıttıkça, kamusal sorumluluğumuzu, eşitlik ve adalet fikriyatını ortadan kaldırdıkça çevresine karşı kör, ilgisiz, hatta çevresinin mahrumiyeti üzerinden biriktirmeyi normalleştiren bir toplum şekilleniyor. Bu da sivil topluma, siyasete katılımı sınırlandıran en önemli dinamiklerden biri.

Ülkemizdeki devlet geleneğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Bu konuda yukarıda bahsettiğim yüz yıllık askeri yönetimler, darbeler ve olağanüstü hâl yönetimi geleneğimiz tek başına zaten tabloyu özetliyor. Türkiye’de Kürt meselesi, Ermeni meselesi, azınlıklar, ekonomi-politik gibi ana siyasi meseleler üzerine ana-akım partiler arasında bir mutabakatın olması tam da siyaseti şekillendiren bir devlet geleneğine işaret eder. 2000’li yıllardaki tüm reform söylemlerine rağmen, 15 Temmuz askeri darbe girişimi ve yaklaşık bir buçuk yıldır devam eden OHAL yönetimi, bugün bu alanda pek de mesafe alamadığımızı gösteriyor.

‘Olası bir çözüm sürecinde sivil toplumun güçlü bir aktör olarak süreçte yer alması için birikim oluşturmuş bir sivil topluma ihtiyaç var. Yüzünü siyasetten ve devletten ziyade topluma dönmüş, toplumsal alanda aktif çalışan, yaptığı çalışmalarla toplumla bağ kuran, topluma güven veren bir sivil toplum deneyiminin oluşması önem arz ediyor. Sivil toplum örgütleri bu dönemde bu çalışmaları yapabildikleri ölçüde olası bir müzakere sürecinde aktif aktörler olarak yer alabilirler.’

Son olarak, siyasi partiler ve gruplar düzeyinden bahsetmek gerekir. Türkiye’de siyaset yapma biçimlerinin büyük oranda toplum değil, devlet merkezli olduğu söylenebilir. Çok fazla iktidar odaklı, çok fazla merkeziyetçi, çok fazla lider odaklı, çok fazla erkek, aşırı düzeyde kapalı siyasi hareketlerle karşı karşıyayız. Son yıllarda özellikle ana-akım Kürt hareketinin katkısıyla Türkiye’de kadınlar siyaset alanında çok daha fazla görünür oldular. Türkiye’deki seküler siyasi gelenek bu konuda önemli bir referans oluşturmuştu. Ancak Kürt siyasetinin bu konuda önemli bir canlanma ve farklılık yarattığı açık. Özellikle HDP ile birlikte çok daha fazla görünür olan eş-başkanlık uygulaması, kadın kotası gibi konular diğer partiler içerisinde de önemli etkiler yarattı. Ancak geriye kalan hususlarda tüm siyasi farklılıklara rağmen ortak bir geleneğin olduğu söylenebilir. Tüm bu hususlar toplum merkezli, yerelleşmiş, makro düzeyle birlikte mikroya odaklanan, mikro düzeyler arasında ilişki kurarak makro düzeyde dönüşümü hedefleyen toplumsal mobilizasyon süreçlerini sınırlandırıyor.

Hem toplumsal yapıdan hem devlet geleneğinden hem de siyaset yapma biçimlerimizden kaynaklı olarak bugün sivil toplumun devlet ve siyasi partiler ve hareketler karşısında oldukça zayıf olduğu, büyük oranda siyaset kurumunun gölgesinde ya da onun organik bir aracına dönüştüğü görüyor. Türkiye’de toplumsal sorunların çözümünde etkin bir sivil toplum geleneği yaratmak istiyorsak bahsettiğim üç alanda kapsamlı dönüşümlerin yaşanması gerekiyor ve ilgili tüm aktörlerin çabasını gerektiriyor.

Kürt sorununda silahı merkez, sivil aktörleri de çevre olarak konumlandırıyor ve bu aktörlerin yer değiştirmediği sürece çözümü pek mümkün olmayacağını söylüyorsunuz. Sivil iradenin merkeze yerleşeceği, silahın çepere çekileceği bir denklemi sivil toplum kuruluşları nasıl kolaylaştırabilir?

Türkiye’de Kürt meselesinin silahtan arındırılıp, şiddet zemininden diyalog ve müzakere zeminine, siyaset zeminine çekilmesi birçok dinamiğe bağlı. Bu tek başına HDP’nin ya da KCK’nin tercihlerine bağlı değil. Oyun alanı içerisindeki diğer aktörlerin tercihlerine de bağlı. Ve bu aktörler bugün büyük oranda çeşitlenmiş, üstelik siyaset yaptıkları coğrafyalar da genişlemiş durumda. Artık sınır-ötesi bir bağlamda meseleyi düşünmek ve ele almak zorundayız.

Bununla birlikte, ana-akım Kürt siyaseti içerisinde dikkate değer bir dönüşüm krizi yaşandığını düşünüyorum. Bu krizin aşılması Türkiye’de Kürt meselesinin barışçıl demokratik yollarla çözümüne büyük bir katkı sunabilir. 1999 yılıyla birlikte Kürt sosyo-politik alanını şekillendiren üç önemli dönüşüm yaşandı. Birincisi Öcalan’ın yakalanması sonrası Kürt siyaseti siyasi-ideolojik ve örgütsel bir dönüşüme gitti. İkincisi, Türkiye’nin AB üyelik süreci ivme kazandı. Son olarak, ana-akım legal Kürt partileri yerel yönetimlerde iktidara geldiler. Şimdi bu üç dinamiğin sonucu olarak, Türkiye’deki Kürt siyasi muhalefeti önemli bir dönüşüm yaşadı. Ben bu dönüşümü üç kavramla formüle ediyorum: Kentleşme, legalleşme ve kurumsallaşma. Türkiye’deki genel sosyo-ekonomik dönüşüm ve zorunlu göç süreciyle birlikte Kürt muhalefeti zaten büyük oranda kentleşmişti. Yukarıda saydığım üç dinamik kentleşmeyi daha da hızlandırdı. Legal alanda bir yandan ana-akım legal Kürt partileri güçlenirken, öte yandan yerel yönetimler gibi devasa bir alan Kürt siyasetine açıldı. Tüm bu süreçler yaygın bir alanda legalleşmeyi getirdi. Son olarak hem kentleşme hem de legalleşme, Kürt siyasetinin şehirlerde, siyaset, sivil toplum, medya, kadın ve gençlik hareketleri, emek örgütlenmeleri gibi alanlarda göz ardı edilmeyecek ölçüde kurumsallaşmasını sağladı.

Kürt siyaseti kanaatimce bu dönüşüme ayak uyduramadı. Özetle toplumsal alanda yaşanan bu dönüşüme paralel olarak şiddet meselesi Kürt siyasetini belirleyen ana dinamik olmaktan çıkabilir ve sivil siyaset Kürt muhalefetinin yeni merkezi olarak şekillenebilirdi. Kürt siyaseti 1999 yılından bu yana tüm tartışmalara ve girişimlere rağmen bunu sağlayamadı. İşin doğrusu devlet de bu dönüşümün olması için gerekli koşulları sağlamadı, çoğu durumda engelleyici pozisyonlar aldı. Yine Irak ve Suriye’de yaşanan iç savaşlar da bu dönüşümü zorlaştırdı.


Şimdi sivil toplum bu alanda bir rol oynayabilir mi? Açıkçası 2015-2017 kent çatışmaları, 15 Temmuz askeri darbe kalkışması ve OHAL ile birlikte bugün bu dönüşüm çok daha zor. Zira, Kürt siyasetindeki legalleşme ve kurumsallaşma büyük bir darbe aldı. HDP’nin iki eş başkanı dahil birçok vekili tutuklu, belediyelerin tamamına yakınına kayyım atandı, Kürt meselesine duyarlı medya kuruluşlarının ve neredeyse tamamı kapatıldı, sivil toplum kuruluşlarının büyük bir bölümünün kapasına mühür vuruldu, açık olanlarının çalışma düzeyi çok alt seviyelere gerilemiş durumda. Kısa vadede böylesi bir dönüşüm beklememek gerekiyor.

Ancak orta ve uzun vadede bu dönüşüme sivil toplum örgütleri katkı sağlayabilirler. Bu konuda sivil toplumun yüzünü siyaset kurumundan biraz topluma çevirmesi gerektiğini düşünüyorum. Devlet merkezli bir siyaset algısından, toplum merkezli bir siyaset algısına geçişte sivil toplum örgütleri bir rol oynayabilirler. Tabii bu konuda öncelikle sivil toplumun kendi içinde böylesi bir dönüşüm yaşaması gerekir. Sivil toplum aktörleri, siyasi partiler ve devlet ile toplum arasında bir köprü kurma rolünden öteye geçerek, toplumun doğrudan siyasete katılımını destekleyici, toplumsal kapasiteyi artırıcı bir misyon üstlenebilirler. Daha açık bir ifadeyle, toplumu temsil etmek ve onun adına konuşmak yerine, toplumun doğrudan siyasete katılma ve konuşma kapasitesini güçlendirebilirler, buna dönük işlere odaklanabilirler.

‘Sivil toplum aktörlerinin çatışma çözümü ve toplumsal barış inşası alanında oynayabileceği rollere baktığımızda yedi temel fonksiyonun olduğu görülüyor: 1- vatandaşların korunması, 2- izleme ve hesap verebilirlik, 3- savunuculuk ve kamusal iletişim, 4- grup içi sosyalleşme ve barış kültürü, 5- çatışmaya duyarlı toplumsal birliktelik, 6- arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık, 7- doğrudan hizmet sağlama.’

Son çözüm sürecinde, çözümün aktörleri sivil toplumu sürece dahil ettiler. Bugün aktörler arasında çözüme dair bir manzara olmadığını düşününce, taraflardan bağımsız bir çözüm hareketinin ortaya çıkması mümkün mü sizce?

Taraflardan bağımsız bir çözüm hareketinin ortaya çıkması mümkün mü? Şimdi taraflardan bağımsız demeyelim ama toplum içinde tarafları “aşan” bir çözüm hareketi ortaya çıkmadıkça Kürt meselesinin siyasi çözümünün çok zor olacağını söyleyebiliriz.

Dünyanın farklı zaman ve mekanlarında ortaya çıkan bu tür devlet-içi (intrastate) kimlik temelli teritoryal çatışmalara ilişkin bilgiler bize çatışma çözümü ve toplumsal barış inşasının çok düzeyli, çok aktörlü bir diyalogu, müzakereyi ve helalleşmeyi gerektirdiğini söylüyor. Zira, bu tür çatışmalarda büyük ölçekli can kayıpları ve çoklu yıkımlar meydana geliyor. Şimdi çatışma çözümü büyük oranda çatışan aktörler arasında bir diyalog ve müzakere ile belki sağlanabilir. Ancak barış inşası çatışan aktörlerle sınırlı bir diyalog ve müzakereyle sağlanamaz. Bu noktada üst-liderlik dediğimiz ve doğrudan çatışan aktörlere gönderme yapan düzey kadar orta-düzeyde ve toplumsal-düzeyde diyalog, müzakere ve helalleşme süreçleri önem arz ediyor. Orta düzey daha çok kurumsal aktörlere ya da örgütlenmiş gruplara işaret ederken, toplumsal düzey doğrudan farklı halk grupları arasındaki ilişkilenmelerin altını çiziyor. Şimdi sivil toplum kuruluşları özellikle toplumsal-düzey ve orta-düzey müzakere süreçlerinin en önemli aktörlerinden biridir. Bununla beraber, özellikle üst-düzey liderlik alanında da önemli roller oynayabilir.

Sivil toplum aktörlerinin çatışma çözümü ve toplumsal barış inşası alanında oynayabileceği rollere baktığımızda yedi temel fonksiyonun olduğu görülüyor: 1- Vatandaşların korunması, 2- İzleme ve hesap verebilirlik, 3- Savunuculuk ve kamusal iletişim, 4- Grup içi sosyalleşme ve barış kültürü, 5- Çatışmaya duyarlı toplumsal birliktelik, 6- Arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık, 7- Doğrudan hizmet sağlama. Ara buluculuk, izleme ve hesap verebilirlik gibi fonksiyonlar esasında çatışan aktörlere dönük çalışmalar iken, geriye kalan çalışmalar büyük oradan doğrudan topluma dönük faaliyetler. Hatta yukarıda sayılan fonksiyonların büyük oranda orta-düzeyde ve toplumsal-düzeyde yürütülen ilişkilenme, diyalog, müzakere ve helalleşme çalışmaları olduğu söylenebilir. Sivil toplum aktörleri çatışmaların sürdüğü bu dönemde, taraflar arası bir diyaloğu beklemeden doğrudan toplumsal alana hitaben yukarıdaki fonksiyonların birini ya da birkaçını birden gerçekleştirebilir.

“‘Sivil toplum gettolarının’ iç muhalifleri bir araya gelebilirler. Yani kendi mahallesinden rahatsız olan, eleştirel perspektife sahip aktörler bir araya gelerek ortak işler yapabilirler.”

Hem Türkiye genelinde hem de Kürt alanında sivil toplum aktörleri büyük oranda siyaset kurumuna angaje olmuş, hatta çoğu durumda siyaset kurumunun gölgesinde kalmış durumda. Bu kategorideki sivil toplum kuruluşlarından ziyade, herhangi bir siyasi partiye ya da gruba angaje olmamış, siyasete mesafeli durmuş sivil toplum aktörlerinin Kürt meselesi gibi toplumsal sorunlarla özellikle mikro ölçekte bağ kurmaları önem arz ediyor. Bu konuda ikinci olarak, farklı siyasi angajmanlara sahip sivil toplum aktörleri arasındaki diyaloğu ve iş birliğini geliştirici çalışmalar ön açıcı olabilir. İlgili aktörlerin “kendi siyasi mahallelerinden” çıktığı, farklı mahalledeki aktörlerle konuştuğu, karşılıklı anlama ve öğrenme süreçlerinin inşa edildiği deneyimler yol gösterici olabilir. Üçüncü olarak, “sivil toplum gettolarının” iç muhalifleri bir araya gelebilirler. Yani kendi mahallesinden rahatsız olan, eleştirel perspektife sahip aktörler bir araya gelerek ortak işler yapabilirler. Son olarak, “farklı siyasi mahallerde bulunan”, “farklı sivil gettolarda yaşayan” aktörler özellikle konu bazlı çalışmalarla ortaklık inşa edebilirler. Bugün Kürt meselesini doğrudan konuştuğunuz zaman bir araya gelemeyecek birçok aktör, çocuk hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, gelir adaletsizliği, eğitim, anadil, göç gibi konular etrafında bir araya gelebilirler. Bu konuları konuşmak Kürt meselesini de daha detaylı konuşmayı sağlayacaktır. Türkiye genelinde yaygın çalışmalarla çözüme dönük bir sivil hareket ortaya çıkmadıkça Kürt meselesi çatışan aktörlerin tercihlerine bağlı olarak bir seyir izleyecektir. Ben böylesi bir hareketin ortaya çıkışının zor ama mümkün olduğunu düşünüyorum.

Bugünlerde pek muhtemel değil ama iki aktörlü bir çözüm masasına dönüldüğünde sivil toplumun süreçte güçlü bir aktör olabilmesi için bugün ne yapmak gerekiyor?

Şimdi olası bir çözüm sürecinde sivil toplumun güçlü bir aktör olarak süreçte yer alması için yukarıda özetlediğim alanlarda ciddi çalışmalar yapmış, birikim oluşturmuş bir sivil topluma ihtiyaç var. Yüzünü siyasetten ve devletten ziyade topluma dönmüş, toplumsal alanda aktif çalışan, yaptığı çalışmalarla toplumla bağ kuran, topluma güven veren bir sivil toplum deneyiminin oluşması önem arz ediyor. Sivil toplum örgütleri bu dönemde bu çalışmaları yapabildikleri ölçüde olası bir müzakere sürecinde aktif aktörler olarak yer alabilirler.

İkinci olarak, bu sürecin bir hazırlık süreci olarak değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’deki sivil toplum aktörleri çatışma çözümü ve toplumsal barış inşası alanında oldukça zayıf durumdalar. Bu konuda dikkate değer bir kapasite sorunu yaşanıyor. İnsan hakları ve toplumsal cinsiyet alanında önemli bir birikim oluşmuş durumda. Yine yukarıda saydığım yedi fonksiyon içerisinde izleme ve hesap verebilirlik ile savunuculuk ve kamusal iletişim alanında önemli bir kurumsal deneyim söz konusu. Ancak diğer beş alanda dikkate değer bir kurumsal kapasite sorunu yaşanıyor. Birçok yerde, farklı zaman ve mekanlarda bu tür devlet-içi kimlik temelli teritoryal çatışmalar yaşandı, yaşanıyor. Bu alanda önemli bir birikim oluşmuş durumda. Ancak Türkiye’deki STK camiasının örneğin bu alanlarda benzer deneyimler yaşamış STK’larla sınır-ötesi ilişkileri yok denecek kadar az. Bu alanda Türkçe ya da Kürtçe yazılmış metinler neredeyse hiç yok.

Özetle, sivil toplum aktörleri bu süreci olası bir müzakere süreci için bir hazırlık dönemi olarak değerlendirebilirler. Bir yandan toplumsal alanda çalışmalara odaklanırken, öte yandan çatışma çözümü ve barış inşası konusunda kurumsal bilgilerini ve tecrübelerini büyütebilirler.

NOT: Barış Vakfı’nın “2013-2015 Çözüm Süreci’nde Sivil Toplum Kuruluşları” raporunun Türkçe versiyonuna erişmek için tıklayınız…

Reha Ruhavioğlu

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
64 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör