“İnsan hakları ve çevre mücadelesi veren sivil toplum kuruluşları arasında vizyon birlikteliği yok!”

Reşit Elçin: Türkiye’de insan hakları ile çevre örgütleri arasındaki iş birliği eksik. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası sivil toplumun içinde bulunduğu ahval tüm çıplaklığıyla ortada. Kapatılan dernek ve vakıflar 2 binin üzerinde. Tutuklanan ve davaları devam eden insan hakları savunucuları, artan şiddet, KHK’larla işlerine son verilen aktivistler, OHAL’i fırsat bilen kimi müteşebbisler, OHAL sonrası sine-i millete […]

Reşit Elçin: Türkiye’de insan hakları ile çevre örgütleri arasındaki iş birliği eksik.

15 Temmuz darbe girişimi sonrası sivil toplumun içinde bulunduğu ahval tüm çıplaklığıyla ortada. Kapatılan dernek ve vakıflar 2 binin üzerinde. Tutuklanan ve davaları devam eden insan hakları savunucuları, artan şiddet, KHK’larla işlerine son verilen aktivistler, OHAL’i fırsat bilen kimi müteşebbisler, OHAL sonrası sine-i millete dahi dönemeyen, kendi içine kapanan kurumlarıyla birlikte sivil toplum…OHAL’in sivil topluma yansımalarını konuşmak için Sivil Sayfalar adına pek çok sivil toplum kuruluşuna röportaj talebinde bulundum; Kimi kurumlar zaten kapatılmışken, bazıları da sorularıma kapılarını kapatırken, açık kalanların çoğu da “OHAL’le ne alakası var” diyerek kapı dışı bıraktı. Keza, ülkenin büyük sivil toplum kurumlarıyla OHAL sonrası sivil toplumun durumunu da konuşmayı talep ettim, bu defaysa “kapı duvar”.  

Geçen 9 Mayıs’ta öldürülen Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu ve aldıkları tehditlerle basına yansıyan Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu’nun  tekrar tehdit alması vesilesiyle çevre mücadelesi ve insan haklarını gündeme taşıyalım istedim. Konu kapsamında uzun yıllar çevre mücadelesi alanında faaliyet gösteren ve şu anda Greenpeace’de İklim ve Enerji Kampanya Sorumlusu olarak çalışan Reşit Elçin ile kişisel olarak sohbet ettik. Belirtmek gerekir ki, bu hususta çevre konularında faaliyet gösteren STK’ların büyük çoğu, röportaj talebimize ya olumsuz yanıt ya da hiç yanıt vermedi. Elçin’le ile insan hakları ve çevre mücadelesinin  nasıl ortaklaştırılabileceği, sivil toplumun müştereklerini ve çevre mücadelesini konuştuk. Soruları kendi adına yanıtlayan Elçin, sivil toplumun, vizyonu ve  varlığını idame ettirmek arasında kaldığını ve ikinciden yana kullandığını dile getiriyor…

 

Global Witness’ın son raporuna göre, 2016, en fazla doğa hakkı savunucusunun öldürüldüğü yıl oldu. Bu artışın en önemli nedenlerinden biri olarak da suçluların ceza almaması gösterildi. Keza, Türkiye’de de,  Antalya’nın Finike İlçesi’nde taş ocaklarına karşı verdikleri mücadeleyle tanınan Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çifti  9 Mayıs’ta öldürüldü; Alakır Vadisi’nde yaşayan ve bölgedeki HES’lere karşı mücadele veren Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu çiftinin tehdit aldığı kamuoyuna yansıdı ve yansıyor. Türkiye’deki doğa hakkı savunucularına yönelik tehdit ve şiddeti nasıl yorumluyorsun?

Bence bu, toplumsal yapının şu an nasıl şekillendiğiyle alakalı. Şöyle söyleyeyim, son birkaç yıldır siyasi atmosfer toplumu nasıl dönüştürüyorsa, bunun çevre mücadelesi veren insanlarda yansımasını görüyoruz. Bunun türevlerini diğer alanlarda, insan hakları alanında da bulabilirsiniz.

Türkiye’de çevre mücadelesine yönelik tehditler yeni mi?

Reşit Elçin.

Çatışmaların olduğu yerler oluyordu; çevreciler kimi zaman kamu otoriteleriyle kimi zaman da şirketlerin görevlileriyle çatışıyordu. Bu konuda 2014 yılında Soma Manisa’yı hatırlayabiliriz. Orada termik santrale direnen köylülerle, şirket görevlileri arasında kavgalara varan çatışmalar çıkmış, ‘olaylar’ yaşanmıştı. Dolayısıyla pek de yeni bir durumdan söz edemeyiz. Toplumumuzun gergin bir yapısı olduğu için, bunun da yansımalarını gözlemleyebiliyoruz.

Ama galiba ilk defa  insan canına kastedildi…

Bir çiftin öldürülmüş olması ve savunucu olmaları olayı daha çok gündemin üst sıralarına taşıdı.

OHAL’le beraber gelen o korku atmosferi, diğer hareketler gibi çevre hareketini de kısıtladı ve baskıladı. Bu da hareketin bittiği anlamına gelmiyor tabii ki, farklı farklı dinamikler ve enstrümanlarla bu hareket devam ediyor. Mesela son 1-2 yıldır hukuki mücadelenin daha da yoğunlaştığını söyleyebiliriz.”

Baskı ve tehditler çevre mücadelesine nasıl yansıyor?

Bence oldukça yansıyor. Devletin Kürt meselesine, azınlıklara yönelik politikaları olsun, OHAL’den kaynaklı politikalar olsun, bunun etkisini görüyoruz. OHAL’le beraber gelen o korku atmosferi, diğer hareketler gibi çevre hareketini de kısıtladı ve baskıladı. Bu da hareketin bittiği anlamına gelmiyor tabii ki, farklı farklı dinamikler ve enstrümanlarla bu hareket devam ediyor. Mesela son 1-2 yıldır hukuki mücadelenin daha da yoğunlaştığını söyleyebiliriz.

Hukuki mücadele kısmını biraz daha açabilir miyiz?

Çevresel sorunlara yol açan aksiyonları engellemek için çevre hareketlerinin ve örgütlerinin hukuki yollara başvurmasında daha bir yoğunlaşma olduğunu söyleyebiliriz. Baskının yarattığı bir durum olarak söylemiyorum ama böyle bir sonuç var.

Yani çevre mücadelesi ‘sokaklardan’ çıkıp hukuki mücadele vermeye mi yöneliyor?

Tam anlamıyla olmasa da böyle bir eğilim var, evet.

Farklı bir şekilde sorarsak bu cinayet ve tehditlerin OHAL döneminde yaşanması tesadüf mü?

Bence değil. Doğrudan OHAL nedeniyle oldu diyemeyiz ama OHAL’i var eden ve OHAL’i devam ettiren siyasal atmosferden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Çevre dünyası söz konusu saldırılara yeterince tepki vermedi sanki…

Tepki veren oluşumlar da oldu, kayıtsız kalanlar da. Açıkçası bunun bir adli vakaymış gibi medyada yansıtılmış olmasının etkisi vardır muhakkak ama esas olarak o korku atmosferinden dolayı da bir çekince olduğunu söyleyebiliriz.

OHAL’in eylemliliklere izin vermeyen “hukuki” yaptırımları dışında, özellikle çevre mücadelesi yürütenlerin eylemlere katılmaları nedeniyle işten atılma korkusu yaşadıkları ve bu yüzden mücadele ivmesinin  de düştüğü yaygın kanaat…

Herhangi bir toplumsal mücadeleye karşı olmaya dair bir düzenleme söz konusu… KHK’larla işten çıkarma gibi. Dolasıyla “bu mücadeleye katılırsam, ben de barış isteyen akademisyenler ya da diğer memurlar gibi, işten atılabilirim” diye korkuyor olabilir insanlar.

Çevre mücadelesi veren kimi sivil toplum kurumlarının kayıtsızlık içerisinde olmalarını nasıl yorumluyorsun? Mücadelenin sadece yerelle sınırlı olması bunda bir etken mi?

Sonuçta Antalya’da taş ocaklarına karşı mücadele çok yerel bir meseleydi ama onların yürüttükleri mücadele nedeniyle öldürülmüş olmaları bütün çevre camiasının bir kaybı olmalıydı, bunu sadece yerellikle açıklayamayız ama bunu korku atmosferine bağlayabiliriz.

“Türkiye’de insan hakları ile çevre örgütleri arasındaki iş birliği eksik”

“Bütün çevre camiasının bir kaybı olmalıydı” dedin, olmadı mı?

Olmadı tabii ki de. Hani böyle büyük bir baskı, soruşturmanın derinleştirilmesi, bu konunun ülkenin ulusal gündemine taşınması, orada yer edinmesi gibi çok da etkili olmadığını düşünüyorum.

Büyüknohutçu çiftinin öldürülmesi insan hakları için çalışan sivil toplum kurumlarının da gündemine pek girmedi… İnsan hakları ve çevre mücadelesi ortaklaşamaz mıydı?

Alakır Nehri’ndeki HES’lere karşı mücadele eden Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu çiftinin yaşadığı alana giden su kaynağını engelleyen HES şirketi, daha sonra çiftin arazisinin giriş kapısı önüne dört kamera yerleştirmişti.

Zaman zaman bu iki mücadele ortaklaşıyor. Çevresel yıkıma yol açan bazı uygulamalar gerçekten insan haklarını da ihlal edebiliyor. Bir yerde su ya da hava kirliliği yaratan endüstriyel bir tesisin denetlenmemesi aslında temel yaşam haklarının ihlal edildiği anlamına geliyor. Dolayısıyla, Türkiye’de insan hakları ile çevre örgütleri arasındaki iş birliğinin eksikliğinden söz edebiliriz.

Peki, bu ortaklaşma nasıl sağlanır, sivil topluma düşen rol nedir?

Zor bir soru, çok derin bir mesele. Disiplinler arası diyebileceğimiz, kolektif bilgi üretmek ya da müşterek bir mücadele alanı olarak görme kısmı ancak hayati bir noktaya vardığında ortaya çıkabiliyor. Burada vizyonel bir iş birliğinden söz edemiyoruz. Yani şöyle bir şey oluyor: Bir mesele hem insan hakları STK’sını hem de çevre STK’sını o gün, o anda etkiliyor ve aciliyet söz konusu ise o zaman kendiliğinden bir iş birliği, ortak bir hareket gelişebiliyor fakat bir vizyon birlikteliğinden söz edemiyoruz.

“…bisiklet alanında çalışan yani bisikletin bir ulaşım aracı olarak gündelik hayatta yer almasını isteyen sivil toplum kuruluşlarının bir ağı yok ya da mülteci hakları üzerine çalışan sivil toplum kuruluşlarının bir ağı yok. Geçici iş birlikleri ya da proje ortaklıkları oluyor ama böylesi bir ağ yok.”

O halde STK’lar neden müştereklerde buluşamıyor?

Ağ eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. Sivil toplum alanları arasında, farklı alanlarda bulunan sivil toplum kuruluşlarını birbirine bağlayacak ağların eksikliğinden söz edebiliriz. Kendi içinde aynı uzmanlık alanında çalışan farklı sivil toplum kuruluşları olsun, farklı alanlarda çalışan farklı sivil toplum kuruluşları olsun bunları bir araya getirecek bir arada tutan ağların eksikliğinden söz edebiliriz.

Nasıl yaratılacak bu ağlar?

Bunun elzem bir ihtiyaç olduğu anlaşıldığı zaman bence kendiliğinden gelişecek. Çünkü birilerinin bu eksikliği görüp, bu eksikliği çözmeye yönelik proje geliştirmesiyle çok da oluşacak gibi durmuyor.

Sivil Sayfalar var ama…(Gülüyoruz)

Eminim, Sivil Sayfalar bu ağın gelişmesini hızlandırıyordur, hani ben öyle düşünüyorum Sivil Sayfalar’ı. Birbirinden haberi olmayan farklı alanda çalışan, iyi çalışmalar yürüten birçok sivil toplum kuruluşu var. Sivil Sayfalar vasıtasıyla da bu kuruluşlar birbirinden haberdar oluyor. Ama bu haberdarlığın üzerine, bunları bir araya getirecek ağların eksikliğinden söz ediyoruz. Çok basitçe, bisiklet alanında çalışan yani bisikletin bir ulaşım aracı olarak gündelik hayatta yer almasını isteyen sivil toplum kuruluşlarının bir ağı yok ya da mülteci hakları üzerinden çalışan sivil toplum kuruluşlarının bir ağı yok. Geçici iş birlikleri ya da proje ortaklıkları oluyor ama böylesi bir ağ yok.

İş birliklerinden çok sanki güç birliği yapılıyor…

Bence ikisi de oluyor ama esasında güç birlikteliğini görünce daha açık oluyorlar.

“…büyük sivil toplum kuruluşları için kendilerini var ettirmek ile vizyonunu devam ettirmek arasında bir seçim yaparsa, kendilerini var ettirmek/devam ettirmek, vizyonundan önce gelir.”

Açıkça sormak gerekirse, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları gerçekten birbirlerinden bihaber mi yoksa her STK kendi mahallesinde mi güçlü olmak istiyor? Zira ülkedeki STK’lar genel politikaların yerele iz düşümü gibi isimlerinden dahi temsiliyetleri anlaşılıyor.

Bu durum yani sivil toplum kuruluşlarının birbiriyle entegrasyonu, gerçekten sosyo-ekonomik paradigmadan, onun yarattığı yapıdan, kurduğu hiyerarşiden, toplumsal düzenden çok da farklı değil.

Sivil toplum enstürmantalize  mi ediliyor o halde?

Sivil toplum kendini böyle geliştirdi diyelim.

Nasıl yani? Biraz açabilir misin?

Kabaca şöyle söyleyebiliriz; örneğin, bir bölgenin kalkınma planını hazırlarken, ilgili bakanlık olan kalkınma bakanlığı, o bölgedeki sivil toplum kurumlarıyla çok yüzeysel bir temasta bulunarak o politikaları daha çok, söz konusu kalkınmayı gerçekleştirecek sektörlerin ihtiyaçları üzerinden planlıyor. Gerçekten toplumun refahı, çevresel sürdürülebilirlik için değil sektörlerin kısa ya da uzun vadeli faydalarını gözeterek belirliyor, dolayısıyla bu şema sivil toplumda da var. Sivil toplumda kendi politikalarını geliştirirken bu şemayı izliyor. Şöyle denilebilir; büyük sivil toplum kuruluşları için kendilerini var ettirmek ile vizyonunu devam ettirmek arasında bir seçim yaparsa, kendilerini var ettirmek/devam ettirmek, vizyonundan önce gelir.

Kaldığımız yerden devam edersek, kamuoyuna yansıyan haberlerde yine sanki çevre aktivistleri ve yerel halk arasında bir uzlaşmazlık söz konusu. Halk bulundukları yerlerde çevreci hareketleri istemiyor mu?

Yerel halkın çevreci hareketlerle bütünleştiği yerlerde var bütünleşmediği yerlerde. Konuya göre değişebiliyor. Çoğu yerde çevreci hareketler aslında sırf doğa/çevre koruma üzerine olmayabiliyor.

“Gezi sonrası, bazıları korular ve ormanlar için mücadele ediliyordu, bir çevre hareketi gibi, çünkü argümanlar hep yeşil üzerinden ağaç üzerinden ve doğa üzerinden kuruluyordu. Ama çevre hareketleri değillerdi, o kitlenin kendi konforlu yaşam alanını korumasıydı.”

Ne gibi mesela?

Yaşam alanını, yaşam hakkını koruma mesela, kendini insan haklarını koruma üzerinden de şekillenebiliyor. Sonuçta yerel STK’lar çevresel argümanlar üzerinden kampanyalarını yapabiliyorlar. Ve bu onların çevreci hareketler olduğu anlamına gelmiyor. Bu konuda yine bir endüstri tesisini örnek verebiliriz: Mesela her hangi bir yere kurulması planlanıyor,  burada halkla bütünleşik bir çevre hareketinden de söz edebiliriz ama genel eğilim ‘burada yapılmasın’ ama ‘başka bir yerde yapılabilir şeklinde.

Daha da somutlaştırabilir misin?

Halkla bütünleşmiyorsun diyorsun ya. Genele dair soruyorsan zaten çevreci hareketlerin çoğu aslında salt çevre hareketi değil. Şöyle düşünebiliriz; Gezi sonrası, bazıları korular ve ormanlar için mücadele ediliyordu, bir çevre hareketi gibi, çünkü argümanlar hep yeşil üzerinden ağaç üzerinden ve doğa üzerinden kuruluyordu. Ama çevre hareketleri değillerdi, o kitlenin kendi konforlu yaşam alanını korumasıydı.

“Konforlu”yu olumsuz anlamda mı kullanıyorsun?

Vaka anlamında kullanıyorum.

Dolayısıyla çevre mücadelesinden çok, politikleşmiş bir sivil toplumu mu işaret ediyorsun?

Gülen Cemaatine yönelik soruşturma kapsamında 6 Haziran’da 23 avukata yapılan operasyonda gözaltına alınan Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Yöneticisi Avukat Taner Kılıç, halen tutuklu.

Termik santral karşıtı hareketler üzerinden gidebiliriz. Mesela Samsun’da kömürlü termik santral projesi vardı. Karşı çıkan grup hem AK Parti hem CHP hem de MHP tabanından olan insanlardı ve AK Partili belediye başkanı da bu hareketin içindeydi. Böylede bir mücadeleden söz edebiliriz. Salt CHP üzerinden politikleşen başka yerlerdeki hareketlerden de söz edebiliriz, MHP ile özdeşlemiş hareketlerle de söz edebiliriz ama topyekûn salt politikleşmeden bahsedemeyiz. Yerelde yaşayan bir insanın çevresel argümanlar kullanarak mücadele etmesi, o mücadelenin çevreci mücadele olduğu anlamına gelmiyor. Bir yerde termik santral istemiyorsanız, “çevreci bir bakış açısıyla” karşı çıkıyorsanız, onun sizin köyünüzde ya da başka bir köyde kuruluyor olması umurunuzda olmamalı. Karşı çıkıyorsanız bütün termik santrallere karşı çıkarsanız. Ama “Burada yapılmasın da başka yerde yapılıyorsa yapılsın, benim meselem değil” demek, işte o zaman çevreci bir hareket olmadığını gösteriyor bu tür hareketlerin.

O halde, çevre mücadelesinin yerelle kurduğu ilişki nasıl gelişir?

Gelişme gösterdiği yerler üzerinden gidersek çok pragmatist bir nokta, hani benim arazimin yanındaki arazi kamulaştırılıp, orada kirli bir endüstri kurulursa benim arazimin değeri düşecek, dolayısıyla “Bu buraya kurulmasın” diyenler oluyor ya da “Benim arazim kamulaştırılacak, ucuz bir bedelle satın alınacak, dolayısıyla buraya yapılmasın ama başka bir yere yapılabilir” diyenlerde. Pragmatist açıdan bakarsak…

Böyle giderse ülkedeki çevre hareketin gelişmesi için tüm toprakların endüstriye açılması lazım…

Birçok faktör var, Türkiye’nin geç kapitalistleşmesiyle de 90’lardan sonra yaşanan sivil toplum enflasyonuyla da ilgisi olabilir. Sivil toplumun beslendiği geleneklerden de kaynaklanıyor olabilir vs. Başlı başına tartışma konusu.

OHAL çevre dünyasına, çevre alanında faaliyet gösteren STK’lara nasıl yansıyor?

Özellikle politik atmosfere etki eden diğer sivil toplum camiasıyla eşit düzeyde etkilenmedi. Yani insan hakları alanında çalışan sivil toplum kuruluşları OHAL’den çok daha kötü etkilendi ama çevre camiasının o kadar etkilendiğini söyleyemeyiz. Hala çevre hareketleri, çevreci sivil toplum kuruluşları hem bürokraside hem de toplumsal yaşamda aktif olarak yer alabiliyor, kampanyalarını yürütebiliyorlar.

Tam bu noktada, Af Örgütü Yönetim Kurulu Başkanı Taner Kılıç, Büyükada’da insan hakları savunucuları ve son olarak Osman Kavala tutuklandı. Bu noktada çevre mücadelesi, insan hakları mücadelesiyle ortaklaşamaz mıydı?

Bence soru eksik çünkü genel olarak bir alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının varlıklarından ötürü bir saldırı var. Dolayısıyla bu sadece insan hakları alanında çalışan ya da çevre alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının değil bütün sivil toplum kuruluşlarının zeminine dinamit koyan bir hareket. Dolasıyla salt çevre hareketleri karşı çıkmadı değil.

 O halde genel olarak soralım: Sivil toplum neden sessiz?

Bütün sivil toplum kuruluşlarının buna bütünleşik bir tepki gösteriyor olması, bütün sivil toplum kuruluşlarının buna karşı harekete geçmesi çok daha iyi olurdu. Ama neden olmadı diyorsan? Başta saydığımız bütün gerekçeler bunun için geçerli hem OHAL hem politik atmosfer hem toplumsal yapıyı oluşturan dinamikler, gelenek vb. birçok açıklaması var.