Afrika’da açlığa, Avrupa’da alkole, Türkiye’de hapishaneler tarihine bağlı hastalık: Wernicke – Korsakof
2000 yılında cezaevlerine yönelik Hayata Dönüş Operasyonu sırasında ölüm oruçlarına zorla müdahale sonucu Wernicke-Korsakoff hastalığına yakalanan mahkumlar, yaşanan fiziksel ve zihinsel tahribatı atlatmaya çalışıyor. Bu çabanın ürünü olarak Wernicke- Korsakoflular ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Girişimi adıyla bir araya geldiler. Dayanışma Girişimi’nin Çukurova bölgesinde çalışan temsilcileriyle Wernicke- Korsakoff hastalığını ve çalışmalarını konuştuk. Wernicke- Korsakof hastalığının bir […]
2000 yılında cezaevlerine yönelik Hayata Dönüş Operasyonu sırasında ölüm oruçlarına zorla müdahale sonucu Wernicke-Korsakoff hastalığına yakalanan mahkumlar, yaşanan fiziksel ve zihinsel tahribatı atlatmaya çalışıyor. Bu çabanın ürünü olarak Wernicke- Korsakoflular ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Girişimi adıyla bir araya geldiler. Dayanışma Girişimi’nin Çukurova bölgesinde çalışan temsilcileriyle Wernicke- Korsakoff hastalığını ve çalışmalarını konuştuk.
Wernicke- Korsakof hastalığının bir toplumsal tarih süreci var. Ülkede kendini nasıl gündeme getirdi ve hastalığın özellikleri nedir?
Bekir Sıtkı Keçeci: Wernicke-Korsakof aslında uzun süreli açlığa bağlı bir rahatsızlık. Aynı zamanda alkol bağımlılığına dayalı bir rahatsızlık. Afrika’da açlığa, Avrupa’da alkol kullanımına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Bunu iki bilim insanı, Alman Wernicke ile Rus Korsakof birbirlerinden bağımsız ayrı biçimde tanımlıyorlar. O anlamda hastalığın adı Wernicke- Korsakof adı ile anılıyor. Şimdi Google’a açıp baktığımızda, orada direk alkole bağlı hastalık olarak tanımlanıyor. Bilinçli olarak devletler cezaevlerinde direniş yapan, bedenlerini uzun süreli ölüme yatırmalarından kaynaklı rahatsızlığı gizlemek için o tarafını ön planda tutuyorlar. Ama 70’li yılların sonlarında İspanya’da ortaya çıkan uzun üreli açlık grevleri ve ölüm oruçları var. O sırada ölen insanlar var. Devrimci, yurtsever insanlar bunlar. Bizim topraklarımızda da 82, 84, 96 ve 2000’li yıllarda ölüm oruçlarıyla gündeme geliyor. O zaman da şehit düşenler, ölenler oluyor.
Burada iki ayrım var bunu iyi koymak lazım. 82,84, 96’daki ölüm oruçlarında insanlarımız atmış iki, atmış üç yetmişinci günlerde ölürken 2000’li yıllardaki ölüm oruçlarında bu süre bir seneyi bile geçiyor. Oradaki fark şu; o insanlar öldüklerinde vücut ağırlıklarının yüzde yirmisini kaybederken, 2000’deki ölüm orucunda uzun süreli olduğunda yüzde elli ile atmış vücut ağırlık kayıpları olabiliyor. Buna rağmen insanlar yaşıyor. Yaşamasını sağlayan şey ‘tiamin’ olarak bilinen B1 vitamini. Bu vitamin vücuttaki şekerin enerjiye dönüştürürken yakılan kimyasal madde. Yani o kimyasal madde olmadığı zaman beyin hücrelerinde ölüm meydana geliyor. Aynı zamanda bedensel, iç ve dış organlarda, yürümede, sinir sisteminde, hafızada rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. Zaten Wernicke bedensel rahatsızlıkları ortaya koyarken, Korsakof’sa zihni rahatsızlıklar bölümünü ortaya çıkartıyor. Yani bu hastalıktan bahsettiğimiz zaman bizim asıl anlamamız gereken nokta uzun süreli açlığa bağlı bedenin ve zihnin belirli rahatsızlıklara yakalanmış olması, tanımlama bu.
Dünyada en uzun süreli ve en kitlesel ölüm orucu bu topraklarda yaşandığı için şu an beş yüz yirmi hasta insan var, yüz yirmiye yakın insanımızı ölüm oruçlarında kaybettik. Yani yedi yüze yakın insan, dünyada böyle bir örnek yok. O anlamda bu ülkedeki gerçek, Sınır Tanımayan Doktorlar olsun, gerçekten Hipokrat Yemini ’ne bağlı doktorlar olsun bu tanımlamayı çok iyi koydular ve uzmanlık belgeleri şimdi başka ülkelerde ders kitabı olarak okutuluyor. Çünkü ellerinde böyle bir denek, deney yoktu. Onlar üzerinden tanımlamaları daha da iyi geliştirdiler. Şimdi nereye, nasıl bir müdahale yaparsak, hangi hastalığı nasıl çözebilir ya da azaltabiliriz şeklinde bilgileri var.
“Kimse alkol kullanımına bağlı olarak değerlendirmesin”
Bedensel rahatsızlıkların bir kısmına çözüm bulabiliyorlar ama zihinsel kısımda böyle bir şey yok. Verdikleri herhangi bir beynin çalışmasını hızlandırıcı ilaçlarında çok fazla faydası yok. Çünkü kaybolan hafıza kaybolmuştur. Yakın bellekte kaydetmeyen hafıza kaydetmiyor çünkü o hücreler ölmüş durumda. Özetle Wernicke- Korsakof sendromunun tanımı bu. Toplum bunu iyi bilmeli. Biz Wernicke- Korsakoflu olarak gittiğimizde kimse alkol kullanımına bağlı olarak değerlendirmesin, bizim uzun süreli açlığa dayalı rahatsızlıklarımız var. Ayıptır söylemesi belediye başkanları veya vekiller bile ; ‘ O ne?’ diye sorabiliyor, arkadaşlarımız dahi bilmiyor çünkü bizde bilmiyorduk, 2000’den sonra öğrendik.
Nurgül Elveren: Bir örnek vereyim alkolik hastalığı gibi tanımlanıyor ya. Esma Ekinci isimli bir arkadaşımız var. Bakkala gidiyor. Bastonla ve sallanarak yürüyor, dengesini tam olarak kuramıyor, konuşmada sıkıntısı var, vücut koordinasyonunda ellerinde titreme gibi sorunlar var. Bakkaldan şöyle bir söz işitiyor: ‘ Yav gündüz vakti de bu kadar içilir mi? diye. Karşıdan, insanlar algıladığında öyle görünüyor. Doğru sanki alkol kullanmış gibi görünüyor. Baktığımız zaman hastalık cezaevi süreciyle farklı bir tanım olarak ortaya çıkmıştır. Bununla ilgili Nevin Küçükçalı’nın uzmanlık tezi var bununla ilgili, o süreçle ilgili ciddi araştırmalar yapıldı ve kitaplar, yayınlar çıkarıldı.
“Basit bir örnek vereyim. Karı koca arkadaş vardı. İkisi de ölüm orucu direnişçisi, bunlar devletin zorla müdahalesi sonrasında bırakıldılar. Evin içerisinde evcilik oynuyorlar. Biri üç yaş hafızasına dönmüş biri beş yaş hafızasında. Bu şekilde çok örnek var. Bunların sosyal yaşama adaptesi, birlikte dayanışmanın örülmesi bizim derneğimizin asıl amaçlarında biri”
Wernice- Korsakof hastalığı günlük hayatı nasıl etkiliyor?
Elveren :Birçok arkadaşımız kendi yaşamlarında ihtiyaçlarını neredeyse karşılayamayacak durumdaydı. Sonraki süreçte biz bile bir çok şeye vakıf olamazken, aileleri hiç vakıf olamadılar, algılayamadılar. Ne olduğunu çözemediler, ne yapacaklarını bilemediler. Çocuk gibi davrandılar, ‘aman onu yapma bunu yapma’ şeklinde. Yani cezaevinden çıkıp farklı bir ceza evine sokuldular ve iyice kısıtlandıkça daraldılar. Daraldıkça da yaşamın hiçbir yerinde var olamamaya başladılar. Biz de bunun önüne geçebilmek için, ‘bir amacınız vardı, bir nedenimiz vardı, bu hale gelmenin bir gerekçesi vardı’ onun nedenlerini tekrar hatırlatmak ve yaşama tutunmasını sağlamak, var olmasını sağlamak anlamıyla bir alan oluşturulması gerektiğini düşündük.
Özgür Deniz Oban: Çünkü bu insanlar artık kendilerini işe yaramaz olarak görüyorlar. Psikolojik olarak ‘dibi’ yaşıyorlar. Çünkü hiçbir uzvunu kontrol edemiyor, vücut dengesini kontrol edemiyor ve uğruna bedel ödediği şeyi bile hatırlamıyor. Bu aşamaya nasıl geldiğini bilmiyor. Onun ötesinde yaşama, sosyal alana dahil olmaya çalışırken insanların garip bakışlarıyla karşılaşıyorlar. Dolayısıyla ayrı bir travma konusu oluşmaya başlıyor. Bir süre sonra bu insanlar kendi başlarına kaldığında ya da ailelerinin duygusal yaklaşımlarıyla birlikte ; ‘ ben artık işe yaramazım. Benim hiçbir şeye katkım yok ‘ diye psikolojik olarak da rahatsız olmaya başladık. Sonrasında bu projeler geliştirilmeye başladı.
Keçeci: Basit bir örnek vereyim. Karı koca arkadaş vardı. İkisi de ölüm orucu direnişçisi, bunlar devletin zorla müdahalesi sonrasında bırakıldılar. Evin içerisinde evcilik oynuyorlar. Biri üç yaş hafızasına dönmüş biri beş yaş hafızasında. Bu şekilde çok örnek var. Bunların sosyal yaşama adaptesi, birlikte dayanışmanın örülmesi bizim derneğimizin asıl amaçlarında biri.
Oban: Ankara Sincan Cezaevi’nden Ankara Numune Hastanesi’ne bilinçleri kapandı diye zorla götürülen ve zorla müdahale edilen birçok arkadaşımız, uyandığında başında duran askerden top istedi, jop istedi. Çocukluklarına gittiler. Yani bu insanlar o yatağa niye bağlılar, başlarında niye asker, polis duruyor onu bile tanımlayamayacak durumda. Biz on bir yıllık çalışma ile belli bir noktaya gelmeye başladık.
Derneğin çalışmalarından bahsedebilir misiniz? Nasıl çalışmalar yürütüyorsunuz?
Oban: Ölüm orucunun trajik durumlarından bahsettik, travmaları tetikleyen durumlardan bahsettik. Bu insanların ailelerinin yanında kalması daha büyük sorunlara neden oluyordu. Çünkü aileler duygusal yaklaşıyor ve psikolojik durumlarıyla uzlaşıyorlardı. Biz bu yaşam alanlarında şunu çok önemsiyoruz. Bedeni silkelenen, yalpalayan, duvara çarpa çarpa yürüyen arkadaşlarımızı gönüllü doktorlar, TİHV doktorları eşliğinde fizik tedavilere yüklendik. Zeka çalışmaları, zihinsel çalışmalar, günlük ev rutini içerisinde bulaşık yıkamaktan tutun da ev temizliğine kadar; ‘Aman Allah’ım siz bu işleri, bu insanlara nasıl yaptırıyorsunuz’ denilecek boyutta. O insanların direnç ve dirayetlerini zorlayacak şekilde tekrar yaşama tutunma çabalarına ön ayak olmaya çalışıyoruz. Bunları değerlendirirken buradan yola çıkarak yaşam alanlarının kurulması ön plana çıktı. İstanbul’da çok ciddi bir proje gerçekleştirdik. Bir evimiz var, Türkiye’nin birçok noktasında direnişçi arkadaşlarımız, orada bir yaşam alanında dönemsel ya da uzun vadede kalmak isteyebilir. Bu yaşam alanında temel ihtiyaçları ve tedavi süreçlerine destek olmak açısından sürekli kapımızı açık tutuyoruz.
Bir sağlık merkezi hedefimiz var. Çünkü bu arkadaşların geri dönüşü olmayan birçok rahatsızlığı var. En azından kısmi bir noktaya getirebilmek için bir proje üretmek zorundaydık. bu arkadaşlarımızın sürekli doktorluk işleri var. Sürekli fizik tedaviye ihtiyaç var. Bunu da sürekli gönüllü doktorlar üzerinden , TİHV’den, Tabip Odası’ndan karşılamak yerine kendimizde bir şeyler yapabiliriz dedik. Tabii, bu yapacağımız etkinliklere destek boyutuyla şekillenebilecek bir şey.
Bunun haricinde her sene mümkün olduğunca, koşullarımızı yollayarak yaz kampları yapıyoruz. Direnişçi arkadaşlarımız ve aileleri ile gidiyoruz. Hem bir dayanışma ağı hem arkadaşlar kendileri gibi olan birçok kişiyi bir arada görmek ve onlarla bir şeyler paylaşmak boyutuyla moral ve motivasyon kazanmış oluyorlar. Evlerine döndüklerinde biraz daha iç huzurla dönmüş oluyorlar. Kırda bir çiftlik ve yaşam alanı kurma projemiz var. Hali hazırda bugünden yarına olabilecek gibi durmuyor olabilir ama biz etkinlikleri ördükten sonra olmayacak bir proje değil. Bu çalışmada yine arkadaşlarımızın toplumsal yaşama motive olması açısından çok önemli. Sene de üç ya da dört kez olmak üzere Dayanışma Postası adı altında bir bülten çalışmamız var. Bizler yazıp, çiziyoruz, hedefimizde ulaşım aracı edinebilmek.
İstanbul’da yaşam alanı dediğimiz yerde bedensel olarak zorlanan arkadaşlarımız rozet üretiyorlar. Belgeseller hazırlıyoruz, on bir yıllık çalışma ve sonrasının arşiv ayağını örmeye çalışıyoruz. Onun ötesinde İstanbul merkez üzere, Çukurova ve Ege’de, gücümüzün yettiği her ilde etkinlikler düzenlemeye çalışıyoruz. Bizim kendi gücümüz yeterli değil maddi açıdan. Sadece maddi açıdan değil vicdan borcu olarak görülmesi gerekiyor. Yani bütün insanların bedel ödeyenlere, bedenini namlunun önüne sürüp , bu bedeli en ağır biçimde ödeyenlere bir vicdan borcu olduğunu düşünüyorum. Bu insanların herhangi bir sürecine küçücük bir destek bile çok anlamlı olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu çalışmalara gönüllü katılım ve maddi desteklerle ve dayanışma ağı oluşturarak bu projeleri gerçekleştirebileceğiz. Yoksa başka türlüsü sadece düşünülmüş tasarlanmış olarak kalacak. Bu anlamda toplumsal duyarlılığı çok önemsiyoruz. Herkesin vicdanını sorgulamasını, küçücük bir taşları bile varsa atıp, o desteği göstermelerini talep ediyoruz.
OHAL süreci çalışmalarınızı nasıl etkiledi? Sizin ihraç edildiğinizi de biliyoruz örneğin.
Oban: Açıkçası epeyce etkiledi. Çünkü ciddi bir gönüllü ağımız var bu konuda doktorlar, hemşireler, diğer sağlık çalışanları. Gittiğimizde sağ olsunlar çalıştıkları yerlerde destekler sunuyorlardı bize. Fakat bu OHAL sürecinde birçok değerli gönüllü arkadaşımız ihraç edildiler. Kendi krizlerini yönetmekle uğraşırken yine de koşullarını zorlayarak destek olmaya çalıştılar ama etkiledi tabii ki. Bu OHAL sürecinde hepimizin bir yanıyla nasibine düşeni yaşadığı bir süreç.
Elveren:İşin kötü tarafı biz evet bir süreç yaşadık. Cezaevlerinde geliştirilen saldırılara karşı ölüm orucu ve açlık grevleri nedeniyle biz bu hastalıkları rahatsızları yaşıyoruz, unutabiliyoruz, birçok psikolojik rahatsızlıklar yaşayabiliyoruz. Ama kötü tarafı toplumsal hafıza yitimi var. Baktığımızda o hafızayı tekrar hatırlatmak için toplumsal duyarlılığın, hareketliliğin, bir arada olmanın, dayanışmanın tadını tekrar alabilmek, tekrar bir paylaşabilmek adına bu tür adımlar çok önemli. Biz çok keskin boyutuyla yaşadık ama toplum gözle görülmeyen bir şekilde yaşıyor. Yaşadığımızın farkında olmamız gerekiyor.
Oban: Aslında bir yanıyla da biz Wernicke- Korsakoflular olarak hafıza yitimleri, yakın hafıza da sorunlar yaşıyoruz ama aslında toplumun tümü Wernicke-Korsakoflaşmaya başladı. Yani o kadar çabuk kanıksanıp, unutuluyor ki birçok şey; ölümler, katliamlar, toplumsal cinnetler, kadın cinayetleri, o kadar çok yaşanıyor ki, her gün bir yenisi ekleniyor ve bir önceki gün unutuluyor. Toplumun tümü Wernicke – Korsakof demek daha doğru olur sanırım.
Bizi Takip Edin