Yazar araştırmacı ve Mitolog Özhan Öztürk: ‘Farklı olanı dışlayan nesiller yetişmesi bu ülkenin en büyük kaybı’
Özhan Öztürk, Karadeniz bölgesinin kültürel öğelerini yakından takip eden en önemli yazar ve mitologlardan. Karadeniz bölgesi kültür, tarih, yerel dil ve lehçeleri üzerine yaptığı araştırmalarını iki ciltlik Karadeniz isimli kitabı ile geniş kesimlerce tanınmaya başlayan Öztürk’ün Bizim Temel, Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, Pontus: Antik Çağ’dan Günümüze Karadeniz’in Etnik ve Siyasi Tarihi ve Dünya Mitolojisi isimli […]
Özhan Öztürk, Karadeniz bölgesinin kültürel öğelerini yakından takip eden en önemli yazar ve mitologlardan. Karadeniz bölgesi kültür, tarih, yerel dil ve lehçeleri üzerine yaptığı araştırmalarını iki ciltlik Karadeniz isimli kitabı ile geniş kesimlerce tanınmaya başlayan Öztürk’ün Bizim Temel, Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, Pontus: Antik Çağ’dan Günümüze Karadeniz’in Etnik ve Siyasi Tarihi ve Dünya Mitolojisi isimli kitapları da araştırmacıların en fazla başvuru yaptığı kitaplar arasında. Öztürk ile, Karadeniz’in kültürel yapısı üzerine söyleştik.
Karadeniz’deki Pontus kimliğini inceleyen bir isim olarak, Pontus ve Doğu Karadeniz ilişkisini bize özetleyebilir misiniz?
Karadeniz kültür ve tarihini araştırırken, kendim de Karadenizli olmakla birlikte mümkün olabildiğince dışarıdan bakarak, bölgede yaşayan insanları dil, kültür ve folklorik zenginlikleriyle birlikte bir kalıba sokmaya çalışmadan oldukları ya da olmak istedikleri gibi görmeye ve anlamaya çalıştım. Karadeniz’in en eski adı ‘Pontus’ (Eski Yunanca ‘deniz’) kelimesi, ‘Pontus: Antik Çağ’dan Günümüze Karadeniz’in Etnik ve Siyasi Tarihi’ adlı 3. kitabımın ad vericisi olup, okuyucuya Karadeniz çevresinde yaşamış hatta hala varlığını sürdüren halkların hayat hikâyesini sunmaya çalışmıştım. Roma döneminden itibaren ‘Pontus Kapadokyası’ ya da ‘Pontus’ terimi artık Karadeniz’i değil Anadolu’nun kuzey kıyısını ifade etmek için kullanılmışsa da Osmanlı döneminde unutulmuştur. Antik Çağ tarihi ve Doğu Karadeniz bölgesine özel bir yer ayırdığım çalışmamda bölgede kurulan ilk Yunan koloni ve emporionlarının günümüz kentlerine dönüşme sürecini incelemekle kalmayıp, Osmanlı-Rus rekabetinin Tatar, Çerkez ve Balkan halklarının kaderine etkisini, 19 ve 20. Yüzyılda yaşanan uluslaşma süreçlerinin Karadeniz kıyısında yaşayan halkları hallaç pamuğu gibi savurup atmasının yanı sıra 1915 ve 1923 felaketlerinin yöresel etki, sebep ve sonuçlarını da irdelemiştim.
’12 bin köy ve mahalle adı değiştirildi’
Pontus halkı Türkiye’nin ulusallaşma sürecinden nasıl ve ne yönde etkilendi?
19. Yüzyılın ikinci yarısı ile 20. Yüzyılın ilk çeyreği arasında, bir yandan yeni ulus devletlerin kuruluşu diğer yandan emperyalist monarşilerin açgözlülüğü Balkanlar, Kafkasya ve Anadolu’da büyük trajedilerin yaşanmasına sebep oldu. 1864’de Abhaz ve Çerkezlerin büyük bölümü anavatanlarından feci şartlar altında kovuldu, Tatarlar Kırım’da toprak kölesi olmaya zorlandı, Osmanlı’nın Tuna vilayetinde Türk oranı % 40’tan % 10’ların altına düştü, Kafkasya Müslümanları kırım tehdidi altında Anadolu’ya sürülürken, Anadolu Hristiyanları imha ya da sürgün edildi. İttihat ve Terakki’nin 1. Dünya Savaşı sırasında 1915 ve 1916’da Anadolu’da -bazılarında tek bir Türk’ün bile yaşamadığı hatta o dönemde Rus ordusunun işgali altında bulunan ve geri alınacağı şüpheli olan topraklarda bile- Türkçe olmayan köy adlarının değiştirilmesine ilişkin emirnameleri cumhuriyet döneminde bile kararlılıkla uygulanmıştır. 12 bin 211 köy, 28 bin mezra, mahalle vs. adının değiştirilmesini öngören bu uygulamanın sadece sürgün veya mübadele ile gönderilip boşaltılan Hristiyan köylerini değil de Kürtçe, Lazca, Arapça, Hemşince gibi farklı diller konuşan Müslümanların kini de kapsaması ilginçtir. Ata yadigârı köy adı bile uçup giden insanların yerel dil ve kültürlerini bugüne dek getirebilmeleri bile büyük başarıdır.
Bir de iki ciltlik Karadeniz isimli kitabınız var, yoğun ilgi gördü. Bu kitabın bu kadar ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?
İlk Kitabım olan ‘Karadeniz Ansiklopedik Sözlük’te Karadeniz Türkçesi’nde unutulmaya yüz tutmuş binlerce terim ve deyimin yanı sıra 12 bin köy ve 28 bin mezradan Doğu Karadeniz’in payına düşenleri bulmakla kalmadım, bu kelimelerin etimolojisini Yunanca, Gürcüce, Lazca, Ermenice artık hangisinden ödünçlenmişse anlamını bulup vermeye çalıştım. Benzeri bir çalışma olmadığı ve özgün bilgiler içerdiği için, kitabımın basımından 12 yıl sonra bile neredeyse tüm üniversite kütüphanelerinde demirbaş muamelesi görmesi bu sebeptendir.
Karadeniz geçmişinin anlatılabildiği kitaplar sizce yeterli mi? Yeterli oranda yazılıyor mu?
Karadeniz hatta sayısız uygarlığa mesken olmuş Anadolu’nun geçmişi hakkında yazılan kitap ve çalışmaların sadece tarih bağlamında değil, edebi literatür açısından da yetersiz olduğunu düşünüyorum. Açıkçası bu konuda arzı arttırmanın talep yaratacağı konusunda da pek emin değilim, 80 milyon nüfuslu bir ülkede yeni basılan kitapların artık birkaç yüzlere dek düşen baskı sayısı bir yana özellikle 80’lerden sonra yetiştirilen, öğrenmek, sorgulamak istemeyen, farklı olanı dışlayan yeni nesiller bu ülkenin en büyük kaybıdır.
“Karadeniz açısından hem kültür hem de çevre açısından dikkat çekmek istediğim yeni bir tehlike ise bölgemizin endüstriyel turizmin ilgi alanına girmesi. İtalya başta olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri kentlerinin Ortaçağ karakterini ve yerel kültürel özelliklerini kaybetmeden, yerli halkın huzurunu kaçırmadan büyük ölçüde turist sirkülasyonunu döndürmeyi başarıyorlar. Bizde ise özellikle son 10 yıl içerisinde Ayder ve Uzungöl örneklerinde gördüğümüz korkunç dönüşüm, doğayı betona kurban etme âdeti yaygınlaşırsa bölge için felaket olacaktır.”
Çok farklı dillerden ve kimliklerden oluşan Doğu Karadeniz coğrafyası bugün gelinen noktada sadece Türk ve Müslüman kimliğini kabul ediyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Osmanlı’nın Balkanlarda başlayan dağılma süreci boyunca dış müdahaleye açık dini ve etnik azınlıkların potansiyel hain olarak algılanması yeni devletin daha kuruluş döneminde perçinlenen temel reflekslerinden birisi olmuştur. Doğu Karadeniz’de Trabzon’un az sayıda dağ köyünde Rumca, Rize ve Artvin’in sahil köylerinde Lazca, Artvin’de Gürcistan sınırına yakın bölgelerde Hemşince ve Gürcüce konuşan otokton köyler ile Ordu ve Samsun’da Osmanlı-Rus Harpleri sırasında Kafkasya’dan gelen Gürcü ve Çerkez köyleri bulunmaktadır. Bunlar anadilde eğitim hakkından yoksun olsalar da bir şekilde çocuklarına dil ve kültürlerini aktarmaya çalışıyorlar. Anadilim Türkçe olmakla birlikte Türkçe ile birlikte bölge kültürünün şekillenmesine yardım eden bu dillerin hepsinin varlığını kıymetli buluyorum.
Karadeniz kültürünün en belirgin özellikleri sizce nelerdir?
Tarih öncesi çağlardan beri kesintisiz yerleşim yeri olarak kullanılan Doğu Karadeniz bölgesi Kafkasya ile Anadolu’nun birleşim yeri olduğundan hem coğrafi hem de kültürel olarak iki bölgenin ortak özelliklerini taşımaktadır. Hem denizci hem yaylacı yaşam tarzının birlikte barındığı coğrafyada yemeklerden halk danslarına, düğün ve cenaze adetlerine dek bölge kültürünün özgün rengi de bu uzun süreçte ortaya çıkmıştır. İnsan ve coğrafya olmadan bir kültürü özgün haliyle sürdürmezsiniz, dil olmadan da folklorik mirası gelecek kuşaklarınıza aktaramazsanız. 70’lerde büyük kentlere göç, köylerin boşalmasıyla birlikte bahsi geçen kültür kendi coğrafyasında erimeye, göç ile gittiği yerlerde ise yozlaşmaya başladı. Sadece bizim için geçerli değil bu süreç: 1923 mübadelesiyle Karadeniz’den Yunanistan’a gönderilen 300 bin Pontus Rumu dil ve kültürlerinin üzerine titremekle birlikte başka bir coğrafya ve baskın bir dilin etkisi altında taşıdıkları şeyin değişmesini engelleyemedi.
Bu özelliklerin korunması için neler yapılmalıdır?
Karadeniz açısından hem kültür hem de çevre açısından dikkat çekmek istediğim yeni bir tehlike ise bölgemizin endüstriyel turizmin ilgi alanına girmesi. İtalya başta olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri kentlerinin Ortaçağ karakterini ve yerel kültürel özelliklerini kaybetmeden, yerli halkın huzurunu kaçırmadan büyük ölçüde turist sirkülasyonunu döndürmeyi başarıyorlar. Bizde ise özellikle son 10 yıl içerisinde Ayder ve Uzungöl örneklerinde gördüğümüz korkunç dönüşüm, doğayı betona kurban etme âdeti yaygınlaşırsa bölge için felaket olacaktır. İçinde yerli halkının bile yaşamak istemediği ya da turizmcilerce kovalandığı köyler, çoban ve sığır sürülerinin uğramadığı 8 katlı otellerle dolu yaylaların, HES’ler ve balık çiftliklerine dolu derelerin uzun vadede yarardan çok zararını görürüz.
Bizi Takip Edin