‘İzahı olmayan şehir sorunlarının mizahını’ yapan roman: Kaldırım Mühendisi

  İstanbul özelinde inşaat, imar ve betonlaşma sorunlarını ‘izahı olmayanın mizahı olur’ sözünü hatırlatacak şekilde mizahi olarak Kaldırım Mühendisi romanında anlatan Mehmet Nafi Artemel, “Sorun, bu tür projeleri masa başında planlayan ve işi üstlenen yüklenicilerin, faaliyette bulundukları bölgenin tarihi ve geçmişi hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaları ya da umursamamaları. Şunu da eklemem gerektiğini düşünüyorum, […]

 

İstanbul özelinde inşaat, imar ve betonlaşma sorunlarını ‘izahı olmayanın mizahı olur’ sözünü hatırlatacak şekilde mizahi olarak Kaldırım Mühendisi romanında anlatan Mehmet Nafi Artemel, “Sorun, bu tür projeleri masa başında planlayan ve işi üstlenen yüklenicilerin, faaliyette bulundukları bölgenin tarihi ve geçmişi hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaları ya da umursamamaları. Şunu da eklemem gerektiğini düşünüyorum, bu bilgisizlik, umursamazlık ve duyarsızlığı, şu ya da bu politik görüş veya herhangi bir hükümetin icraatına yüklemenin doğru olmadığını düşünüyorum. Maalesef, kanımca, hükümetler değişse de yönetici ve memurların bakış açısı değişmeyecektir. Sorun çok daha derin ve köklü” diyor.

Şehirleşme ile ilgili tartışmalar gündeme her geldiğinde hak ettiği değeri görmeyen bir romanı hatırlarım: Kaldırım Mühendisi… Boğaziçi Üniversitesi  İktisadi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde hukuk dersleri veren Mehmet Naif Artemel’in, İstanbul özelinde kültürel ve şehirsel yozlaşmayı incelikli bir mizah ile anlattığı Kaldırım Mühendisi 2013 yılında yayınlanmıştı. İstanbul’a hayran bir İngiliz mühendisin, her geçen gün biraz daha dönüşen şehirde yaşadığı trajikomik olayları konu eden roman; bugünlerde şehirleşme ile ilgili tartışmalarda en çok ilgi gören ‘caps’ ve ‘zaytungvari’ paylaşımları çok önceden gündeme getirmişti. Romanın yayınlandığı günlerde ‘ancak mizahi romanlarda olur’ diyebileceğimiz bir çok konu, bugünlerde artık yaşansa da kimsenin şaşırmayacağı durumlar olmaya başladı. Mehmet Nafi Artemel’i İstanbul’daki çarpık şehirleşme, imar ve inşaat problemlerini yazmaya iten sebeplerden biri Rumelihisarı’ndaki tarihi evlerine bir kamyonun çarpması olmuştu, Kabataş’taki Martı, Üsküdar’daki Şemsipaşa Camii projesi, Rumelihisarı’ndaki füniküler hattı tartışmalarına ‘Çocuklar Duymasın’ dizisindeki hafriyat kamyonu güzellemeleri de eklenince Mehmet NafiArtemel’le hem Kaldırım Mühendisi’ni hem de romanda mizahı yapılan konuların şehir tartışmalarının odağına taşınmasını konuşmak farz oldu.

“Kaldırımlar aslında toplumdaki bireylere verilen kıymeti gösteriyor. Bu bazılarına abartılı gelebilir ama engellileri, yaşlıları, pusetli anneleri düşünün. Bu insanların güvenliğinin kale alınmaması, bir anlamda toplumun bir kesimine “senin sokakta ne isin var? Otur evinde” demek anlamına geliyor”

 Kaldırım Mühendisi’nde anlattığınız hikaye bir bakımdan sizin öykünüz mü? Yıllar sonra İstanbul’a döndüğünüzde şehre ve yaşananlara alışamama durumu açısından bakarsak…

Evet, çok yerinde bir tespit. İnsan kısa süre için, örneğin bir iş veya turistik bir seyahat için bir yere gittiğinde günlük yaşamın detaylarını görmeyebiliyor. Ancak, uzun süre kalıp, o yerde yaşamaya, çalışmaya başladığınızda, gündelik hayatin sorunlarıyla karşılaşmaya başlayınca detaylara dikkat etmeye başlıyorsunuz.  Ben de aynı şekilde İstanbul’da öğretim üyesi olarak çalışıp yasamaya başladıktan sonra bu gündelik hayatin içindeki detaylara dikkat etmeye başladım sanırım.

Hukuk konusunda akademik bir kariyeriniz var bir yandan da edebiyatta aktif oldunuz ikisi bir arada nasıl yürüyor ya da yürüyebiliyor mu?

Açıkçası benim açımdan çok zor yürüyor diyebilirim. Herkes için aynı olmayabilir ama ben,tabiatım itibariyle detaylara çok önem veriyor, belki de fazla dalıyorum. Bu hem akademik çalışmalarım için hem de roman yazma konusunda geçerli. Romanı dört yılda yazdım. Bu oldukça uzun bir süre gibi geliyor. Ama romanın sonundaki notlardan görüleceği gibi, yazarken seyahatnameler ve tarihi kaynaklardan gazete haberlerine kadar erişebildiğim tüm kaynaklara ulaşmaya çalıştım. Romandan sonra, doçentlik için başvuru koşulları arasında hukuk kitabi yazmam gerekiyordu. Avrupa Birliği mevzuatı ile karşılaştırmalı olarak yazdığım Biyogüvenlik ve GDO hukuku üzerine olan bu kitabı da yine çok ayrıntılı araştırma yaparak yazdım. Ama sanıyorum konu ve kapsamı itibariyle romanım gibi yine Türk hukukçuları için zamanından önce yazılmış bir kitap oldu. Şunu fark ettim ki, Türkiye’de bazı konuların anlaşılması veya kabul görmesi için önce Bati ülkeleri ve özellikle de Amerika eksen alınarak 20-30 yıl geçmesi gerekiyor. Bir hukuk kitabi ile bir roman yazmak arasında ciddi farklar var. Birinden diğerine geçiş yapmak da çok kolay olmuyor açıkçası.

Bir söyleşinizde ‘kaldırım medeniyettir’ demişsiniz, kaldırım meselesi neden önemli?

Bence kaldırımlar, bir şehrin suyu, ya da hastane ve okullar kadar önemli bir konu. Kaldırımlar, bir insanın arabası olsa da olmasa da, en azından ara sıra kullanmak zorunda olabileceği ya da bilinçli olarak yürümek, gezmek hatta koşmak için kullanmak isteyebileceği yayalara ayrılmış bir alan. Bu alan, dostlar alışverişte görsün, kaldırım var mı var tarzında göstermelik olarak yapılınca, insanların kaldırımda değil de yolda yürümelerine hayret etmemek gerekiyor. Kaldırımlar aslında toplumdaki bireylere verilen kıymeti gösteriyor. Bu bazılarına abartılı gelebilir ama engellileri, yaşlıları, pusetli anneleri düşünün. Bu insanların güvenliğinin kale alınmaması, bir anlamda toplumun bir kesimine “senin sokakta ne isin var? Otur evinde!” demek anlamına geliyor. Romana konu olan Etiler’deki Nispetiye Caddesi kaldırımlarında üzerinde yürüdüğümde aslında ne kadar az yayanın olduğunu fark ediyorum. Çoğu insan, arabasıyla kafelerin, restoranların önüne kadar geliyor ve kaldırımlara çok kısa süre temas ederek doğrudan mekâna girmiş oluyor. Çıkışta valeler araçları kapı önüne kadar getirdiği için yine kaldırımların halini fark etmeden arabalarına binmiş oluyorlar. AVM’ler ve plazalardaki iş yerleri için de aynı durum geçerli. Arabalı olanları düşünürsek, doğrudan arabalarıyla AVM veya plazaların otoparkına giriyor, içeriden asansörlere biniyor, gün sonunda da yine aynı şekilde arabalarıyla yollara oradan da sitelerine ulaşıyor. Toplu taşıma kullanan daha mütevazı insanlar ise kötü aydınlatılmış, tümsek ve çeşitli tuzaklarla dolu kaldırımlarda mücadele ederek evlerine sağsalim dönmeye çabalıyorlar.

Kaldırım Mühendisi’in mizahi yönü çok kuvvetli. Bu biraz ‘izahı olmayanın mizahi olur’  sözünün ortaya koyduğu durum mu? Mizahi bir dille yazmak yaşanan dönüşümü anlatmak açısından bir kolaylık sağladı mı?

Galiba öyle, harika bir söz! Mizahi bir dille yazmak ve düşündüklerimi anlatmak benim için de yazarken daha rahat ve keyifli oluyor. Okurları düşündürmek isteyebilirim ama bunu yaparken, mizahın arkasına saklanmamın nedeni belki de bunu, okurları rahatsız etmeden yapabilmeyi istememdendir. Ama sorunuza gelince, benim için mizahi bir dil kullanmak kolaylık sağladı ve mümkün olduğunca da bu şekilde yazmaya devam etmeyi tercih edeceğimi söyleyebilirim. Ama okurun, benim eleştirdiğim hususları görmesi veya üzerinde düşünmesi konusunda da aşırı bir beklentim yok. Esas olarak okurun gülebilmesini ve kısa bir süre için de olsa eğlenebilmesini istiyorum. Romanım  hakkında, genellikle beni en çok mutlu eden yorumlar insanların romanı okurken güldüklerini ve de bazen yüksek sesle güldüklerini duymak oluyor.

“Romanda Boğaz’ı gelecekte twitter caps’inde olduğu gibi beton bir meydana değil, bir otobana dönüşeceğini yazmıştım. Bu fantastik bir fikir gibi gelebilir ama Boğaz’ın her iki yakası doldurulmaya devam edilirse, kim bilir ileride bu da mümkün olabilir. Örneğin, Kanal İstanbul projesine dair alanda çalışmalar şimdiden başlamış durumda. Birçok insan için bu da önerildiği zaman fantastik bir proje gibi görülebilirdi ama yavaş yavaş gerçeğe dönüşüyor”

Kaldırım Mühendisi’nin yayınlanmasının üzerinden 4 yıl geçti. Kitabın kurgusunda olan  bazı konular mizahın gündemi olmaya devam ediyor. Ama  bir yandan da yapılsa kimsenin şaşırmayacağı şeyler olarak da görülüyor. Üsküdar Meydanı projesinde böyle ironiler de yapıldı…

Evet katılıyorum. Romanı biraz erken yazmışım sanırım. Romanda, Boğaz’ı gelecekte twitter caps’inde olduğu gibi beton bir meydana değil, bir otobana dönüşeceğini yazmıştım. Bu fantastik bir fikir gibi gelebilir ama Boğaz’ın her iki yakası doldurulmaya devam edilirse, kim bilir ileride bu da mümkün olabilir.Örneğin, Kanal İstanbul projesine dair alanda çalışmalar şimdiden başlamış durumda. Birçok insan için bu da önerildiği zaman fantastik bir proje gibi görülebilirdi ama yavaş yavaş gerçeğe dönüşüyor.

“Bir toplum zanaatkarlarını kaybettiği zaman, inceliği, zerafeti ve estetigi de kaybediyor. Bu söylediğimin elitizm olarak algılanması yanlış olur zira coğu zanaatkârın, klasik ‘elit’ kapsamına girmediği aşikârdır. Günümüzde elit denilen kesimin de bu hassasiyetten çok uzak oldukları kanaatindeyim. Dediğim gibi, kendisini sağ, sol, muhafazakâr, liberal gibi tanımlayan veya konumlandıran farklı görüşlerden olan tüm kesimlerin ortak noktası bu noksanlık olsa gerek”

Romanda Rumelihisarı’nın özel bir yeri var sizin açınızdan da önemli bir yer aileniz, kökeniniz hep bu çevrede…Şimdi orası için de bir fünüküler projesi gündemde. Nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Evet, hatta füniküler için çalışmalar başladı bile. Şu an, Boğaziçi Taksi durağı ve Boğaziçi Üniversitesi metro istasyonunun girişinin hemen üstünde şantiye kurulmuş durumda. Sanıyorum Kabataş’ta olduğu gibi, metro istasyonunun içinden hemen fünikülere aktarma yapılabilecek ve doğrudan sahilde Aşiyan parkının olduğu yerde giriş, çıkış noktası olacak. Kabataş için füniküler yapılmasını anlayabiliyorum zira trafik ve ulaşım açısından halk için kolay ve hızlı bir çözüm getiriyor. Ancak Hisarüstü’nün konumu açısından yerel halka ya da öğrencilere ne derecede katkı sağlayacağı konusunda şüphem var. Taksiciler memnun olacaktır zira konuştuğum taksici dostlarım, hafta sonları Boğaz’da gezmek niyetiyle gelen halkın çoğunlukla metrodan inip sırf sahile inmek için taksiye binmelerinden yakındıklarını duyuyorum. Bu çok kısa mesafe için su an kullandıkları Küçük Bebek yokuşunun tıkanmasıyla duraktan çıkıp geri dönmelerinin bir saati aştığını söylüyorlar. Kabataş’la mukayese edersek, çok yoğun bina ve iş yerinin bulunduğu Kabataş ve Taksim arasında füniküler mantıklı geliyor. Oysa Aşiyan ya da Hisarüstü’nde böyle bir durumdan henüz söz etmek mümkün değil. Ama belki de ileride bu bölgelerin de gerek bina gerek insan sayısı açısından yoğunlaşacağına dair öngörüler yapılmış olabilir. Doğanın ve yeşilin yoğun olduğu bölgelerde turistik açıdan dahi olsa, ulaşılmak istenen noktaya kolaylıkla değil, zorluk çekerek ve mücadele ederek ulaşmanın sanki daha cazip gelebileceğini düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında şimdilik Hisarüstü’ndeki füniküler için başka bir yorumda bulunmam mümkün görünmüyor. Ancak, tek şükrettiğim bir husus var; o da en azından, metro istasyonunun yakınında üniversitenin koruması altında olan 1451 tarihli Fatih Sultan Mehmet’in ilk şehitliğinin içinden bir füniküler hattının geçirilmiş olmaması – ki bu da sizin de ifade ettiğiniz gibi “yapılsa kimsenin şaşırmayacağı şeyler” arasında pekâlâ mümkün olabilirdi. Hatta şimdiki metro istasyonun yerine orijinal projede düşünülen nokta, şehitlik üzerinde yer alan Dua Meydanı’nın hemen altında ve Nafi Baba tepesinin uzantısı olan alandaydı. Ancak büyük mücadeleler sonucu metro durağının yeri değiştirilebildi. Sorun, bu tür projeleri masa başında planlayan ve işi üstlenen yüklenicilerin, faaliyette bulundukları bölgenin tarihi ve geçmişi hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaları ya da umursamamaları. Şunu da eklemem gerektiğini düşünüyorum, bu bilgisizlik, umursamazlık ve duyarsızlığı, şu ya da bu politik görüş veya herhangi bir hükümetin icraatına yüklemenin doğru olmadığını düşünüyorum. Maalesef, kanımca, hükümetler değişse de yönetici ve memurların bakışaçısı değişmeyecektir. Sorun çok daha derin ve köklü. Belirli bir geçmişi var. Hangi parti gelmiş olursa olsun ya da gelecekte gelirse gelsin, bu sorunun kolayca aşılabileceğini düşünmüyorum. Romanda vurguladığım gibi, bugün toplumumuzda maalesef zanaatkârlık gittikçe yok olmakta.  Bunun çok sembolik ve küçük bir örneğini Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nin rafları arasında dolaşırken görebiliyorsunuz. Belirli bir tarihten öncesine kadar kitap ciltleri son derece alımlı, zarif ve estetik, neredeyse bir sanat eseri. Ondan sonrakiler ise kalitesiz, zevksiz ve insanı kitapları açıp sayfalarını koklamaya dahi sevk etmiyor. Bir toplum zanaatkarlarini kaybettiği zaman, inceliği, zerafeti ve estetiği de kaybediyor. Bu söylediğimin elitizm olarak algılanması yanlış olur zira coğu zanaatkârın, klasik ‘elit’ kapsamına girmediği aşikârdır. Günümüzde elit denilen kesimin de bu hassasiyetten çok uzak oldukları kanaatindeyim. Dediğim gibi, kendisini sağ, sol, muhafazakâr, liberal gibi tanımlayan veya konumlandıran farklı görüşlerden olan tüm kesimlerin ortak noktası bu noksanlık olsa gerek.

Çocuklar Duymasın gibi popüler bir dizideki kentsel dönüşüm meselesindeki tartışmayı, hali hazırda hafriyat kamyonu sebebiyle yaşanan kazaları, kaldırım veya AVM kapısı kazalarını hatırlayarak da sormak istiyorum, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Konunun sizin belirttiğiniz gibi çok izlenen bir dizide bu şekilde savunulması, bu tür faaliyetlerin, sorgulanmadan topluma kabul ettirilmesi açısından akıllıca bir strateji olarak görülebilir. Hatta sanki insanların aklındaki sorular da gündeme getirilir gibi, kısmi eleştiriler de seslendirilince daha da inandırıcı ve ikna edici görünüyor. Enteresan olan, eleştiride veya serzenişte bulunan masadaki kişilerin, hafriyat ve inşaat muhibbi kişinin cevap ve açıklamalarını duyduktan sonra takındıkları mahcup tavırları daha da harika bir mizansen sergiliyor. Muazzam bir pazarlama ve beyin yıkama eseri hazırlanmış diye düşünüyorum.  Gündelik hayata etkileri açısından yaratacağı fark, muhtemelen halkın hafriyat kamyonları ve şoförlerine daha büyük sempatiyle bakmasına ve taşıdıkları molozla empati kurmalarına yol açacaktır. Şaka bir tarafa, düşünüyorum da dizilerin son derece popüler olduğunu düşünürsek, insanları etkilemek için bundan daha iyi bir yöntem kullanılamazdı. Ama maalesef ben genel olarak azımsanmayacak sayıda insanın bundan pek de farklı düşündüğünü sanmıyorum. Televizyonlardaki rezidans reklamları da modern çağa ayak uydurmuş bir aileye ya da bireylere saygı duyulmasının ancak bu rezidanslarda yaşamakla mümkün olacağını vurgulamakta. Konuştuğum birçok kişi, bu dizide savunulanları teyit eder nitelikte düşünüyor zira galiba onlara Amerikan filmlerinde ve dizilerinde gördükleri yaşam stilini hatırlatıyor. Kendileri de bu şekilde bir yaşam tarzına özeniyorlar sanırım.  Ama bu noktada toplumun ve bireylerin bir suçu olduğunu düşünmüyorum. Bu tür dizi ve reklamlar gibi çeşitli mecralarda övülen görüşler ve semboller insanları etkiliyor.

“İşin daha ilginç tarafı, mimarisiyle, malzemesiyle muhtemelen Rumelihisarı’ndaki tek kalan özgün eser olabilir zira ailem tüm tarihi evlerin böyle kalmasını istiyordu ve bu konuda projeler üretti. Dahası validem, Boğaz’ın iki yakasındaki tarihi ve kültürel mirasın korunabilmesi için büyük ümit ve idealiyle, ilk Boğaziçi İmar Kanununun hazırlanması aşamasında rol aldı”

Bahsettiğiniz kazalara gelirsek, bu tür kazaları bir gün herkes tadacak. Rumelihisarı’ndaki tarihi evimize zamanında inşaat konteynerleri taşıyan TIR girdi ve evin üst katının köşesini yıktı. Bu hadise dahi birçok insana inanılmaz geliyor ama gördüğünüz ve bizim tecrübe ettiğimiz gibi pekâlâ olabiliyor. O kazada da, daha önce bahsettiğim, bilgisizlik ya da duyarsızlık tepkisiyle karşılaşmıştık. İkinci derece tarihi eser olarak tescillenmiş olan tarihi evimizin alt katı, Rumelihisarı Kalesi’nin de harcını oluşturan Horasan’dan, üstahşap kat ise Bağdadi. Ama bunu ne sigorta şirketleri eksperleri ne de Boğaziçi İmar’ın takdir edebildiğini sanmıyorum. Daha da garibi, tarihi dar sokaklardan ağır vasıta geçmemesi için, evin çarpılan köşesinin denk geldiği noktada karşı taraftaki bahçe duvarının geri çekilmesini talep ettiğimde, Boğaziçi İmar’ınyanıtı, “evinizi yıkın” oldu. Burada, yine o dizide “sosyetenin oturduğu dar sokaklar” sözü aklıma geldi. Burada tabii çok eleştirilecek şey var ama ilk olarak yine çarpıcı bir bilgisizlik öne çıkıyor. Avrupa’daki tüm tarihi şehirler veya Orta Doğu’da, örneğin Kudüs’te olduğu gibi kadim şehirlerde sokaklar dardır. İkinci olarak, sosyetenin hangi dar sokakları olan bölgede ikamet ettiğini çıkaramadım ama zannediyorum sosyete denilen kesim herhalde daha çok korunaklı, güvenliği olan site veya villaların bulunduğu geniş mekânlarda oturuyorlar. Sosyete kimse, bana savunmak düşmez ancak, dizide geçen “sizlerin sosyetik dar sokaklarınızda” sözleri adeta bir sosyetik kesimle ekmek parası için çalışanlar arasında bir kutuplaşma yaratıyor gibi.

Rumelihisarı’na gelirsek, burası aslında İstanbul’un fethinden önce Avrupa yakasındaki ilk Osmanlı yerleşim alanlarından biri. Ondan öncesinde de küçük bir Bizans balıkçı köyü. Köyün evleri, Rumelihisarı Kalesi’nde de görüldüğü gibi dik yamaçlarda, kayalıkların üzerine ve bu topografyayla uyum içinde olacak şekilde inşa edilmiş. Şimdilerde, bazıları tarafından belki de dizide düşünüldüğü gibi ‘sosyete’ veya ‘yeni zenginler’ olarak anılan yeni bir kitle var. Eski ahalinden ise neredeyse hiç kimse kalmadı. Ama bu dar sokaklar, geçmişinden beri doğal olarak diğer tüm eski İstanbul sokakları gibi dar olup sıcak mahalle yaşamının yaşandığı sokaklardı. Belki dar sokaklara olan tepki insanların yine film ve dizilerde gördükleri geniş Amerikan bulvarlarına olan özlemden mi kaynaklanıyor diye düşünmeden edemiyorum.

İşin daha ilginç tarafı, mimarisiyle, malzemesiyle muhtemelen Rumelihisarı’ndaki tek kalan özgün eser olabilir zira ailem tüm tarihi evlerin böyle kalmasını istiyordu ve bu konuda projeler üretti. Dahası validem, Boğaz’ın iki yakasındaki tarihi ve kültürel mirasın korunabilmesi için büyük ümit ve idealiyle, ilk Boğaziçi İmar Kanunu’nun hazırlanması aşamasında rol aldı.

Şimdi karşımızdaki ilkokulun yıkılıp yeniden inşa edilmesine başlanıyor. Sanıyorum bu yıl bizim hafriyat kamyonlarıyla sınavımız başlıyor. Sizi gelişmelerden haberdar ederim. Ama geçmişte nasıl izin verilmişse bugün de inşaata izin veren yetkililer ve inşaatı yapacak olan yükleniciler de dâhil, gördüğüm kadarıyla hiç kimse zamanında şu an okulun ve bahçesinin oturduğu alanın Osmanlı dönemine ait tarihi mezarlık olduğundan bihaber.

Kaldırım kazaları için pek söz söylemeye gerek yok. Eminim her ailede mutlaka, romanda bahsettiğim gibi en azından bir ‘kaldırımzede’ bulunur. AVM’lerdeki kapı kazalarından bahsetmeniz ilginç çünkü ben de bu işin boyutunun pek farkında değildim bundan birkaç ay önce validemin başına gelinceye kadar. Bir AVM’nin içindeki marketin arızalı fotoselli kapısının durmayıp hızla çarpması sonucu, validemin femur kemiği kırıldı. Validemin hastaneye götürülürken bana söylediği şu oldu: “Kaldırımlardan sonra simdi otomatik kapılar için ayrı bir roman yazman lazım”. Şaka bir tarafa, ameliyatı gerçekleştiren doktor ve ekibi, AVM’lerdeki otomatik fotoselli ve döner kapılardan kaynaklanan kırık, çıkıklarla devamlı hasta kabul ettiklerini söyledi. Hatta doktorun bir meslektaşı da böyle bir kazanın ardından bir süre komada kaldıktan sonra hayatını kaybetmiş.

 

 

Emine Uçak

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
116 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör