“Tavukçuluk endüstrisi Türkiye’yi GDO cehennemine çevirmek konusunda son derece kararlı”
Biyogüvenlik Kurulu, hayvan yeminde genetiği değiştirilmiş üç soya ve bir mısır çeşidine onay verdi. Üstelik sırada daha 20 çeşit GDO’lu ürün izin için bekliyor. GDO hayatımızı nasıl etkiliyor, sağlığa zararlı GDO’lu ürünlere niçin izin veriliyor Greenpeace Gıda ve Tarım Kampanyası Sorumlusu Tarık Nejat Dinç ile konuştuk.* GDO nedir, insan sağlığına etkileri nelerdir? GDO, yani Genetiği […]
Biyogüvenlik Kurulu, hayvan yeminde genetiği değiştirilmiş üç soya ve bir mısır çeşidine onay verdi. Üstelik sırada daha 20 çeşit GDO’lu ürün izin için bekliyor. GDO hayatımızı nasıl etkiliyor, sağlığa zararlı GDO’lu ürünlere niçin izin veriliyor Greenpeace Gıda ve Tarım Kampanyası Sorumlusu Tarık Nejat Dinç ile konuştuk.*
GDO nedir, insan sağlığına etkileri nelerdir?
GDO, yani Genetiği Değiştirilmiş Organizma, bir canlının DNA’sına bir başka türden canlının genlerinin laboratuvar ortamında yapay olarak eklenmesidir. Bu yolla o canlıya, kendi doğasında var olmayan özellikler eklenir. Bunun en yaygın örneği, tarımda kullanılan ot öldürücü bir zehir olan glifosataya dayanıklı bir bakteri geninin, mısır ve soya gibi türlerin DNA’sına eklenmesiyle oluşan GDO’lardır. Bu yolla tarlalara atılan ot öldürücü glifosattan tarladaki mısır ve soya bitkisi etkilenmez. Tabii bunun yarattığı en büyük tehlike ise kanserojen olduğu yeni keşfedilen glifosatın kullanımının GDO’larla birlikte aşırı yaygınlaşmasıdır. Bugün herhangi birimizden idrar örneği alıp test etsek ne yazık ki büyük olasılıkla içinde glifosat kalıntısına rastlarız.
“GDO’lara bir kere izin verirseniz, o kapıyı bir kez aralarsanız, sürecin kontrolü elinizden kaçar”
Biyogüvenlik Kurulu dört ürüne daha onay verdi ve böylece GDO’lu ürün sayısı 36’ya çıkmış oldu. Bu ne anlama geliyor?
İzin verilen GDO’ların 36’ya çıkması, Türkiye’nin GDO konusunda daha da kırılgan bir hale geldiği anlamına geliyor. Biz Greenpeace olarak her zaman için şunu savunduk: GDO’lara bir kere izin verirseniz, o kapıyı bir kez aralarsanız, sürecin kontrolü elinizden kaçar. O kapıyı aralamak, Pandora’nın Kutusu’nu aralamak gibidir, sonrasının önünü alamazsınız. Son verilen izinler, Türkiye’ye GDO ithalatını daha da rahat hale getirecektir. Bu da, daha çok GDO ithali, daha çok GDO ithali ise daha çok potansiyel risk anlamına gelmekte. Türkiye’nin on yıllardan bu yana süren denetim beceriksizliğini göz önüne aldığınızda, geçtiğimiz yıllarda yaşanan GDO’lu bebek maması, GDO’lu pirinç gibi skandalların gitgide artan bir sıklıkta karşımıza çıkacağını öngörmek için müneccim olmaya gerek yok.
Bugüne kadar verilen tüm GDO izinlerinin arkasında bu tavuk şirketlerinin üst örgütü olan Beyaz Et Sanayiciler ve Damızlıkçıları Birliği Derneği var
Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği’nin başvurusu üzerine kararın alındığı söyleniyor. Halk sağlığı üzerinde böylesi etkileri olan kararların alınması için bu tür derneklerin başvurularının yeterli mi?
Avrupa’da GDO başvuruları ancak o GDO’yu üretip patentleyen şirketler, yani “gen sahipleri” yaparken, Türkiye’de GDO başvurularını ithalatçı firmalar yapabiliyor. Bu, Türkiye’deki GDO kanunun en zayıf ve sorunlu noktalarından birisidir. GDO’lar patentli ürünler olduğu için, başvuruya konu olan GDO’nun detaylı bilgisine sadece ve sadece gen sahibi firmalar sahiptir. Başvuruyu değerlendiren kurumun, yani Biyogüvenlik Kurulu’nun sağlıklı bir inceleme ve değerlendirme yapabilmesi için bu özel bilgilere ulaşabilmesi gerekir. Yani işin aslına bakacak olursanız Biyogüvenlik Kurulu’nun bugüne kadarki tüm başvuruları “eksik bilgi” nedeniyle reddetmesi gerekirdi. Bu konuda tüm teknik detaylara vakıf olunmadan verilen izinlerin tamamı şaibelidir.
Geçtiğimiz günlerde verilen dört GDO izni ile ilgili başvurular Beyaz Et Sanayiciler ve Damızlıkçıları Birliği Derneği, (BESD-BİR), yani Türkiye’deki tavuk şirketlerinin çatı örgütü tarafından yapıldı. Bugüne kadar verilen tüm GDO izinlerinin arkasında bu tavuk şirketlerinin üst örgütü var. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde Rekabet Kurulu Türkiye’nin önde gelen 19 tavuk şirketiyle çatı örgütleri BESD-BİR’e karşı, soruşturma başlattı. İşte tüm GDO başvurularının arkasında tüketici aleyhine fiyat sabitlemeyle ilgili bu soruşturmanın baş aktörü BESD-BİR var. Dahası, verilen bu son dört GDO izni bir son da değil ne yazık ki. Bu izinler BESD-BİR’in 37 ayrı GDO için yaptığı başvurunun bir parçası. Bugüne kadar bu 37 GDO’dan 17 tanesi değerlendirildi ve izin verildi. Dolayısıyla daha sırada BESD-BİR’in başvurduğu ve izin bekleyen 20 tane daha GDO var. Anlayacağınız tavukçuluk endüstrisi Türkiye’yi GDO cehennemine çevirmek konusunda son derece kararlı.
“GDO’lar doğrudan gıdalarda kullanılmıyor olsa bile, hayvanlara yem olarak verildiği için, dolaylı da olsa gıda zincirimiz içerisinde yer alıyorlar”
“Türkiye’de GDO’lu ürünlerin gıda amaçlı kullanımına izin verilmiyor” deniliyor. Bu durumun doğruluk payı nedir?
Türkiye’de GDO’ların tarlara ekilmesi, yani tarımının yapılması yasak. Ancak GDO’ların doğrudan gıdalarda kullanımı yasak değil, sadece izne tabi. Geçmişte, GDO’ların gıdalarda kullanım izni için Türkiye Gıda ve İçecek Dernekleri Federasyonu (TGDF) bir başvuru yapmıştı. Ancak o dönemde kamuoyunun büyük tepkisi ve Greenpeace’in yürüttüğü “Yemezler” kampanyası neticesinde TGDF bu başvurusunu geri çekmişti. O gün bugündür GDO’ların gıdalarda kullanımı için yapılan yeni bir başvuru yok. Kamuoyunun GDO konusunda bu kadar duyarlı olmasında, Greenpeace’in de bileşeni olduğu GDO’ya Hayır Platformu’nun yıllar süren ısrarlı mücadelesinin ve emeğinin çok büyük payı var. Öte yandan, şu anda Türkiye’de GDO’lar doğrudan gıdalarda kullanılmıyor olsa bile, hayvanlara yem olarak verildiği için, dolaylı da olsa gıda zincirimiz içerisinde yer alıyorlar ne yazık ki.
“GDO’ların açlığa ve gıda kıtlığına çözüm olacağı söylemi, GDO lobisinin ürettiği en büyük yalandır”
GDO’lu ürünlerin gıda kıtlığına karşı bir çözüm olduğu iddia ediliyor. GDO’suz tarım yapılırsa aç mı kalacağız?
GDO’ların açlığa ve gıda kıtlığına çözüm olacağı söylemi, GDO lobisinin ürettiği en büyük yalandır. Sanılanın aksine, mevcut GDO’ların hiçbirisi verim artırmaya yönelik uygulamalar değildir. Dolayısıyla, GDO’ların 20 yıllık verim rakamlarına baktığımızda herhangi bir verim artış istatistiği söz konusu olmadığı gibi, tam tersine az da olsa verim azalması dahi söz konusudur. Zaten dünyada üretilen GDO’ların neredeyse tamamı dört ana ürünü kapsar: soya, mısır, pamuk, kolza. Bu GDO’ların hiç birisi de doğrudan temel gıda maddesi üretiminde kullanılmaz. Pamuk zaten gıdada kullanılan bir ürün değildir. Genetiği değiştirilmiş mısır ve soya ise temel olarak hayvancılıkta, yem amaçlı olarak üretilirler. Burada esas dikkat çekilmesi gereken konu, aşırı et tüketiminin yarattığı tehlikedir. Esasen et tüketimi besin ihtiyacımızı karşılamanın en verimsiz yoludur. Ancak başta ABD olmak üzere, yem hammaddelerine yapılan doğrudan ve dolaylı sübvansiyonlar tıpkı ülkemizde tavukta da olduğu gibi, et fiyatlarını yapay olarak düşürmekte, bu da başta gelişmiş ülkelerde olmak üzere aşırı et tüketimine neden olmakta. Bu kadar et tüketimini karşılamak için çok yüksek miktarda tarım alanları GDO’lu mısır ve soyaya ayrılmakta. İşte soruna bu perspektiften baktığınızda, en çok hayvancılık alanında kullanılan GDO’lar bırakın açlığa çare olmayı, küresel açlığın temel sebeplerinden biri olmaktadır.
Bu konuda altını çizmemiz gereken çok çok önemli bir gerçek daha var: Açlık teknolojik bir sorun değildir. Açlık sosyo-ekonomik bir sorundur. Yani yerel, ulusal ve küresel ölçekte gelir adaletsizliğinden, paylaşım adaletsizliğinden doğan bir sorundur. Sosyal, politik bir sorun da, asla ve asla teknolojiyle çözülmez. Sosyo-politik sorunlar ancak sosyo-politik müdahalelerle çözülür. Sosyo-ekonomik sorunları, yani paylaşım adaletsizliklerini teknolojik müdahalelerle çözmeyi vaadedenler muhtemeldir ki o adaletsizliklerden en çok beslenenlerdir.
“Gerek vatandaşlara, gerekse sivil toplum kuruluşlarına düşen görevlerden biri, konuya olabildiğince geniş perspektiften bakarak, küresel gıda-tarım zincirini sorgulayacak bir yaklaşım sergilemektir”
GDO’lu ürünlerin onaylanmasına karşı sivil toplum kuruluşlarına düşen rol nedir?
Bu noktada gerek vatandaşlara, gerekse sivil toplum kuruluşlarına düşen görevlerden biri, konuya olabildiğince geniş perspektiften bakarak, küresel gıda-tarım zincirini sorgulayacak bir yaklaşım sergilemektir. Bir başka deyişle artık yavaş yavaş, “GDO yersem sağlığım nasıl bozulur?” sorusunu genişletmek gerekir. Örneğin işe şu soruları sormakla başlayabiliriz: Neden tüm GDO başvurularını Tavukçuluk endüstrisi yapıyor? Tavukçular neden GDO’ları bu kadar seviyor? Tavuk şirketleri ve diğer hayvancılık endüstrisi neden dünyanın öbür ucundan GDO’lu soya ithal ederek üretim yapma kolaycılığına kaçıyor? Neden yerel kaynakları kullanarak üretim yapmıyorlar? Neden hayvanları doğal ortamlarından koparıp adeta hapishanelere mahkum ederek üretim yapıyorlar? Meralarda, otlaklarda, doğal yollarla beslenen hayvanlarla yapılan küçük çiftçi temelli hayvancılığın yerini neden endüstriyel hayvancılık alıyor? Bu dönüşümden kimler kazanıyor, kimler kaybediyor? Neden bu kadar çok et tüketiliyor? Buna gerçekten ihtiyacımız var mı? Suya atılan taşın halkaları gibi büyüyen bu soruları sormak, esasında çorap söküğünün ilmeğinden tutmaktır. İşte sivil toplum kuruluşlarına düşen en büyük görev bu ilmeği sıkı sıkıya tutup ısrarla çekmeye devam etmektir.
*Katkılarından dolayı Özlem Türkdoğan’a teşekkür ederim.
Bizi Takip Edin