Medyada ‘Operasyon Gazeteciliğine’ Devam
İnsan hakları savunucularının daha güvenli ve etkin çalışması için Büyükada’da toplanan farklı insan hakları kuruluşları temsilcilerinin tutuklanmasıyla ilgili devam eden süreç, geçmişte örneklerini sık sık yaşadığımız medyanın ‘operasyonel’ tutumunu sürdürdüğünü ortaya koyuyor. Vahap Coşkun’un ‘hem savcı hem yargıç gibi davrandı” olarak özetlediği durumu, Alper Görmüş de, “İktidarlar değişiyor, medya yöneticileri değişiyor ama zihniyetler değişmiyor” olarak […]
İnsan hakları savunucularının daha güvenli ve etkin çalışması için Büyükada’da toplanan farklı insan hakları kuruluşları temsilcilerinin tutuklanmasıyla ilgili devam eden süreç, geçmişte örneklerini sık sık yaşadığımız medyanın ‘operasyonel’ tutumunu sürdürdüğünü ortaya koyuyor. Vahap Coşkun’un ‘hem savcı hem yargıç gibi davrandı” olarak özetlediği durumu, Alper Görmüş de, “İktidarlar değişiyor, medya yöneticileri değişiyor ama zihniyetler değişmiyor” olarak değerlendiriyor.
Büyükada’da insan hakları savunucularının altısının tutuklanmasıyla devam eden süreç; operasyonel medyanın yargı üzerindeki etkisinin geçmişten günümüze değişmediğinin bir örneği olarak kendini gösteriyor. Medyanın gizlilik kararı verilmiş bir davada bilgileri manipüle ederek yayınlanmasıyla ilgili görüşlerini sorduğumuz Gazeteci-Yazar Alper Görmüş, “her şeyin zıvanadan çıktığı koşullarda” standartlar, kurallar, genel kabul görmüş uygulamaları ölçü olarak alıp, bunun üzerinden eleştiride bulmanın aslında boş bir çaba olduğunu hatırlatarak, “Şimdi ben kalkıp ciddi ciddi, üzerinde gizlilik kararı bulunan bir dosyanın unsurlarının medyada çarşaf çarşaf yayımlanmasının hiçbir standarta uymadığını söylesem ne olacak? Birileri de kalkıp, ‘Biliyoruz kardeşim fakat biz onları takmıyoruz, anlasanıza artık’ dediğinde, benim eleştirimin bir anlamı kalacak mı? Yine de söyleyeyim: Böyle bir pratik ortadayken, bu işlerin daha medeni bir biçimde yürüdüğü ülkelerde kimse böyle bir yargıya da, böyle bir medyaya da zerre kadar saygı duymaz. Söyledim ama bu da anlamsız: Şimdi de aynı kişiler kalkıp, ‘Biliyoruz kardeşim, biliyoruz ama onu da takmıyoruz’ dediğinde benim eleştirim yine boşa düşmüş olacak” diye konuşuyor.
Gazeteciliğin en güzel tariflerinden birinin de, bu mesleğin temas ve mesafe mesleği olduğunun vurgulandığını belirten Görmüş, “Mesafe deyince de öncelikle sesi gür çıkanlara, başta da devlete karşı mesafe anlaşılır. Türkiye’de çok uzun bir süredir iktidarı destekleyen medya ile iktidar arasında herhangi bir mesafe kalmadı. Bugün, Cumhurbaşkanı herhangi bir alanda düşüncelerini radikal bir biçimde değiştirdiğini ilan etse, ertesi gün iktidarı destekleyen medya bir gün önce söylediklerinin tamamını unutup bu yeni politikanın savunucusu haline gelir. Bunun sayısız örneklerini yaşadık zaten. Kendi bakış açısı olmayan, her konuda iktidarın ne dediğine bakıp pozisyon alan bir medyadan söz ediyoruz. Dolayısıyla, somut örnek üzerinden gidersek: İktidarın daha baştan “Türkiye’ye tuzak kuran hainler” diye sunduğu bir olayda, bu damgayı seyreltebilecek herhangi bir bilginin medyaya “sızmasını” beklemek hayalcilik olur. Türkiye’de savaş koşullarının yaşandığı düşünülüyor. Medya, savaş koşullarında “düşmanın” savunmalarının kamuoyuna mal olmasına aracılık etmez!” diyor.
“Türkiye’de medyanın antenleri de iktidardan gelecek sinyallere sonuna kadar açık ve sonuçta oradan da bir itiraz ya da eleştiri hâsıl olamıyor. Bütün bunlar sonuçta kilitlenmiş bir otoriter yapı doğuruyor”
Cumhurbaşkanı’nın Almanya dönüşü konuyla ilgili açıklamalarının adalet mekanizması üzerindeki etkisini, “ Ülkenin cumhurbaşkanı böyle konuşunca, ülkenin savcılarının ve hâkimlerinin bağımsız karar verebileceklerini düşünmek zorlaşıyor” şeklinde yorumlayan Görmüş, “Yargı, bilhassa iddia makamına bakan yanıyla devletin bir parçası, Türkiye’de ise malum nedenlerle yargıçlar da kâh zorla kâh rızayla benzer bir pozisyonu paylaşıyorlar. Dolayısıyla onların, devletin başının gösterdiği istikametin dışına çıkmaları zor. Medya ise tanımı gereği devletin değerlendirmelerinden yargı gibi etkilenmemesi gereken bir kurum. Yargı devlete, medya topluma ait bir kurum ne de olsa… Fakat yukarıda anlatmaya çalıştığım nedenlerle Türkiye’de medyanın antenleri de iktidardan gelecek sinyallere sonuna kadar açık ve sonuçta oradan da bir itiraz ya da eleştiri hâsıl olamıyor. Bütün bunlar sonuçta kilitlenmiş bir otoriter yapı doğuruyor” değerlendirmesinde bulunuyor.
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Vahap Coşkun da, dava avukatlarının “Tutuklama kararından sonra anladık ki, zaten en başından verilmiş bir kararı biz gözaltısıyla, savcılığıyla, mahkemesiyle yaşamış olduk. Dolayısıyla hukuki bir süreçle de karşı karşıya değiliz” şeklindeki açıklamalarını değerlendirirken, “Büyükada hadisesinin medyadan takip ettim. Bu olayda, ilk andan itibaren, hukuki olarak ikna edici hiçbir iddia göremedim. Komplolara dayanan, kendi içinde birçok çelişki barındıran ve neresinden tutsanız dökülen iddialarla hak savunucuları hedef alındı. Mesela, toplantının gizli olduğu, ajanlık/casusluk faaliyetleri içerdiği, yeni toplumsal kalkışmaları planlamak için düzenlendiği gibi absürt birtakım ithamlar dile getirildi. Ancak avukatların beyanatlarından anlıyoruz ki, emniyet ve yargı güçleri bu toplantıya ilişkin tek bir soru bile sormamışlar. Başka bazı konuları (İstanbul ‘Hayır’ Meclislerindeki çalışmalar gibi) gündeme getirmişler, onlar üzerinden suçlamalarda bulunmuşlar. Hukuken temelsiz bir süreç yürütülüyor. Gaye, hak savunucularını sindirmek ve muhalif seslerin çıkmasını engellemektir” şeklinde konuştu.
“Evrensel hukuki teminatların silikleşmesi ya da devre dışı bırakılması, hak alanlarını daraltır ve herkesin özgürlüğünü küçümsenmeyecek bir tehlikenin içine atar”
Davanın masumiyet karinesinin yerini “suçluluk karinesi” almaya başlamasının bir örneği olduğunu belirten Coşkun, “Suçu kesin bir mahkeme kararı ile sabit oluncaya kadar herkesin masum olduğunu kabul eden ilke burada tersinden işletiliyor. Herhangi bir sebeple gözaltına alınan kişi önceden mahkum ilan ediliyor ve böylece tutuklanması meşrulaştırılıyor. ‘Ne olacak canım? İçeride kalsın biraz, suçu yoksa zaten bir süre sonra bırakılır’ denilerek, bireyin hiç yoktan özgürlüğünün elinden alınması meşrulaştırılıyor. Böylece hem masumiyet karinesi ve hem de tutuklamanın istisna olduğu ilkelerinin çanına ot tıkanıyor. Evrensel hukuki teminatların silikleşmesi ya da devre dışı bırakılması, hak alanlarını daraltır ve herkesin özgürlüğünü küçümsenmeyecek bir tehlikenin içine atar” uyarısında bulunuyor. Medyanın ve siyasetin davayla ilgili tutumlarından dolayı ‘adil bir yargılamadan’ söz edilemeyeceğini de vurgulayan Vahap Coşkun, davanın sivil toplum ve insan hakları savunuculuğu açısından da olumsuz sonuçları olacağını şöyle dile getiriyor: “Medya ve iktidar temsilcileri, Büyükada’da gözaltına alınan hak savunucularını peşinen suçladılar, akıl almaz suçlamalarda bulundular. Cumhurbaşkanı Erdoğan, toplantıyı yeni bir darbe girişimi ile ilişkilendirdi. İktidar medyasını ise, bu toz duman ortadan kalktıktan sonra sahiplerini utandırması kesin, bir sürü asılsız ve provokatif bilgi, iddia ve itham kapladı. Medya hem savcı, hem de yargıç gibi davrandı. Hem suçladı, hem cezasını kesti. İbretlik bir durum bu! İktidarı ve medyasıyla henüz bir yargılama yapılmadan insanların sırtlarını “suçlu” damgasını yapıştırmanın ve bunu bir kampanya olarak yürütmenin başlıca üç sonucu olur:
Bir, burada artık adil bir yargılanmadan söz edilemez.
İki, çarşaf çarşaf yapılan “ajan”, “casus”, “hain”, vb. haberler insan hakları savunucularının kişilik haklarına ve toplumsal saygınlıklarına yönelik büyük bir saldırıdır. Bir müddet sonra haklarındaki suçlamalar düşse bile, bu tahribatı gidermek çok güç olacaktır.
Üç, son dönemlerde hak savunucularına dönük bu tür operasyonların çoğalmasındaki murat, insan haklarına dair çabaları kriminalize etmektir. Hak ve özgürlükler üzerindeki baskılar artırılarak, bu alandaki çalışmaların azaltılması ve sivil toplum örgütlerinin kendi kabuğuna çekilmesi hedefleniyor.
Mezopotamya Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Selim Ölçer de, gidişatın insanları ürküten bir duruma geldiğini belirterek, “İnsan haklarını savunanların töhmet altında kaldığı, tutuklandığı günleri gördük, yaşadık geçmişte. Bunları geride bıraktığımızı düşünürken bugün, yine aynı şeyler yaşanıyor. Yıllar önce birbirinden farklı bir çok insan, demokrasi, çatışmasızlık, vicdan ve adalet eksenli bir toplum için bir araya geldi. Bugün insan hakları savunucularına saldırılar oluyorken, bazılarının hiç ses çıkarmayışı insanı hayrete düşürüyor. Ne oldu o vicdan meselesine? Adalet duygusuna ne oldu? Yıllardır bu mücadeleyi yapanlar olarak bu günlerin de eskidekiler gibi geride kalacağına inanıyorum. Ama bunun toplum üzerindeki tahribatı nasıl engellenecek? Asıl bunun üzerinde düşünmek gerekiyor” diye konuştu.
Bizi Takip Edin