En İyi Baba Kimdir?
“Dünyanın en iyi babaları kimlerdir?” diye garip bir soru sorsak, sorunun ilk etkisi geçtikten sonra aklımıza yavaş yavaş, İsveçli babaların bolca paylaşılan resimleri gelecektir . Bu babalar kah çocuklarına yemek yediriyor, kah çocuk sırtında temizlik yapıyor, kah çocuğunu tuvalete tutuyor, yıkıyor ya da (özellikle de kız çocuklarıyla) oyunlar oynuyor. Bu “olağandışı” görüntülerin ortaya çıkmasının sebebi […]
“Dünyanın en iyi babaları kimlerdir?” diye garip bir soru sorsak, sorunun ilk etkisi geçtikten sonra aklımıza yavaş yavaş, İsveçli babaların bolca paylaşılan resimleri gelecektir . Bu babalar kah çocuklarına yemek yediriyor, kah çocuk sırtında temizlik yapıyor, kah çocuğunu tuvalete tutuyor, yıkıyor ya da (özellikle de kız çocuklarıyla) oyunlar oynuyor. Bu “olağandışı” görüntülerin ortaya çıkmasının sebebi ise bu babaların coğrafyamızda yaşayan erkeklerden farklı genlere sahip olması değil pek tabii. İsveç, zorunlu doğum izninin uygulandığı nadir ülkelerden biri olarak erkeklere bu “doğaüstü” güçleri bahşetme şansına sahip oluyor.*
Zorunlu doğum iznini böylesi önemli bir noktaya getiren nedir peki? Burada ilk olarak şunu söylemek gerekiyor: Anne ve babalar çocukların gelişimi için en kritik olan 0-1 yaş arasındaki dönemde dönüşümlü olarak bulunabilmiş oluyorlar. Eğer baba bu izni kullanmazsa devletin çocuk yardımı hakkı da elinden gidiyor. Yani hem çocuğun aile içerisinde ve sağlıklı bakımı garanti altına alınıyor, hem de erkek ve kadın arasındaki çocuk bakımı üzerinden oluşan uçurum bir nebze kapanmış oluyor.
Burada en önemli nokta ise iznin zorunlu olması. Türkiye örneğini ele aldığımızda, annelik izninin uzaması ve esnek çalışmanın yaygınlaşması tartışmalarının yoğunluklu olarak tartışıldığı şu dönemde, özellikle söylenen, ‘kadının işten ne kadar uzun süre ayrı kalırsa iş hayatından ayrılma ihtimalinin o kadar arttığı’. Bu durum çok da tesadüfi değil tabii ki. Kadın eğer evliyse ve çocuk sahibi olmayı düşünüyorsa (ve buna rağmen işverenlerin ayrımcı muamelelerini atlatmayı başarıp işe girmeyi başardıysa) işe girdiği andan itibaren bu ihtimal üzerinden hareket ediyor, işteki pozisyonunda ilerleme göstermek için gerekli çabayı göstermiyor ve dolayısıyla işe dönmek için yeteri kadar kalifiye olamıyor. Gerekli çabayı gösteriyor olsa bile işten ayrıldığı dönemde iş yerinde gerçekleşen yenilik ve gelişmelerle ilgili arayı kapatması ve odaklanması oldukça fazla zaman alıyor ve bu da ne iş yerinde birlikte çalıştığı kişilerin ne de işverenin işine geliyor. Kadın bu sıkışmışlık durumundan tek kurtuluşu, eğer maddi durumu elveriyorsa işten uzaklaşmak ve evde çocuk bakmakta buluyor (Bu durum, başka bir yazının konusu olmakla birlikte, çocukların bir projeye dönüşmesine, mutsuz anne ve çocuklara neden oluyor).
Tüm bu tablo içerisinde erkekler nerede peki? Birçok kuruluşta üç gün olarak uygulanan babalık izninin ardından (evet bebeğin doğumunun üzerinden bir hafta dahi geçmeden) erkekler, özelde de babalar, hanenin geçinmesi için daha fazla çalışmak durumunda kalıyor, çalışma saatleri arttıkça evle ve hanenin diğer üyeleriyle ilişkisi ise yüzeysel ve şekilsel oluyor. Akşam evde televizyon izleniyor, orta üst sınıf için çocuklar (artık haftanın altı günü çalışmak normal olan durum olduğu için tek boş günü olduğundan) pazar günleri sinemaya götürülüyor, birlikte etkinliklere katılınıyor, çocuk bakımının ve ev işlerinin eğlenceli kısmı babalarla gerçekleştirildikten sonra, tüketici ve döngüsel olan kısmı tamamen evdeki kadının üzerine kalıyor. Toplumsal cinsiyet meseleleri burada iyice ayyuka çıkıyor ve kadının tüm bu emeği ücretsiz, değersiz bir emek olarak bir kenara itiliyor, özellikle de eğer eve bir “yardımcı alınmıyorsa”.
Tüm bu işleri (ki bugün içerisinde pek temizlik de yapılmış değil) bu kadar detaylı yazmamın bir sebebi var. Bu işler her gün neredeyse aynı içerikte ve aynı şekilde yapılıyor. Eğer kadın tüm bu döngünün içerisinde dışarıya çıkacak, kendisi için bir şeyler yapacak, birileriyle hayatına dair bir şeyler paylaşacak, nefes alacak bir olanak bulamıyorsa, kadının kendisini dikkate almıyorsak bile, en azından, çocukla kurduğu ilişkinin çocuğun gelişimine hizmet eder bir ilişki olabilmesinin pek mümkün olmadığı aşikar. Yani kadını düşünmesek bile, çocukları düşündüğümüzde kadınların “dışarıya” çıkması, kendilerini ifade etmeleri ve var etmeleri gerekiyor.
İşte tam burada o tabloda silikleşen babalar devreye giriyor. Erkek, her ne kadar uzun mesai saatlerinin “mağduru” oluyor olsa da, kadının da oldukça uzun süren, hatta neredeyse hiç tamamlanmayan bu mesaisinin bir parçası olmak durumunda olmalı. Erkeklerin mağdur olduğu iddiası da pek ikna edici olmuyor, çünkü en sonunda bakıldığında bu deneyim sayesinde kadınlardan daha fazla maaş, emeklilik maaşı ve sonuçta servet ve mülke sahip oluyorlar ve toplum içerisindeki konumlarını garanti altına almış oluyorlar. Ama bu konumu göz ardı etmeyi başarabilirsek, kadınlar ve erkekleri mağdur eden bu çalışma saati uzunluğu, babalık izninin yokluğu gibi durumların ortadan kaldırılması hem kadınlar hem de çocuklar için birincil öneme sahip oluyor. Kısacası baba olmayınca anne de, çocuk da sağlıklı bir şekilde hayatlarına devam etmiş olmuyor. Yani babaların “destek olmaları” değil, (zorunlu olması işi çözüyorsa zorunlu olarak) işin tam merkezinde olmaları gerekiyor. Ancak bu şekilde “en iyi baba” olmayı başarabilirler.
*Bu yazı Sivil Sayfalar’da 2016 Haziran’ında yayımlanmıştır.
Bizi Takip Edin