Cuma Çiçek: Kürt meselesinin adem-i merkeziyet üzerinden çözümü hâlâ mümkün
“Bölgedeki Kürtlük tek başına kültürel kimlik değil, ondan öte bir politik kimlik. Bu politik kimliğin çekirdeğini de bedel oluşturuyor. Bu bedeli de dört metafor üzerinden tanımlıyorum: dağ, mezar, sürgün ve zindan. İnsanlar ana akım Kürt hareketiyle, bu dört metafor üzerinden ilişki kuruyorlar. Sadece sayısal olarak baktığımızda dahi çatışma sürecine dahil olmuş, öznesi olmuş, nesnesi olmuş […]
“Bölgedeki Kürtlük tek başına kültürel kimlik değil, ondan öte bir politik kimlik. Bu politik kimliğin çekirdeğini de bedel oluşturuyor. Bu bedeli de dört metafor üzerinden tanımlıyorum: dağ, mezar, sürgün ve zindan. İnsanlar ana akım Kürt hareketiyle, bu dört metafor üzerinden ilişki kuruyorlar. Sadece sayısal olarak baktığımızda dahi çatışma sürecine dahil olmuş, öznesi olmuş, nesnesi olmuş çok geniş bir kitleden bahsediyoruz. İnsanlar kendi çocuklarının dönemediği, cezaevinden çıkamadığı, yurt dışından dönemediği bir siyasal çözüm içerisinde bence bir barışa, huzura kavuşamayacak.”
16 Nisan referandumu hakkında itiraz ve şaibe iddiaları sürerken YSK’nın açıkladığı resmi sonuçlar resmi gazetede yayımlandı. Bu referandumla birlikte Kürt bölgeleri, tartışmaların merkezine taşındı. AK Parti’nin referandum sürecinde MHP ile sıkı bir ittifak yapmasına rağmen Kürt bölgelerinde oylarını artırması, anayasal değişikliğin toplumun yarısına yakını tarafından benimsenmemesi, daha da merkezileşmesi beklenen karar alma mekanizması karşısında sivil toplumun nasıl bir imtihan vereceği gibi konular, bölgede de birçok siyasi tartışmanın gündemini oluşturuyor. Bu konuların yanında 15 Temmuz’dan bu yana yaşanan yapısal değişikliklerin sebebi ve muhtemel sonuçları ile Kürt meselesinde bozulan çözüm sürecinin nedenlerini ve yeni bir süreç ihtimalini Cuma Çiçek ile konuştuk.
Ocak ayında yayınlanan 679 sayılı OHAL KHK’sı ile Mardin Artuklu Üniversitesi’nden ihraç edilen Cuma Çiçek çeşitli dergiler için Kürt meselesi, Kürt islamcılığı, dil politikaları, yönetim modelleri gibi konularda makaleler kaleme almış ve 2015 yılında “Ulus, Din, Sınıf: Türkiye’de Kürt Mutabakatının İnşası” adlı kitabı yayınlanmış bir akademisyen olarak çalışmalarına Barış Vakfı ile Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) gibi sivil toplum kuruluşları bünyesinde devam etmektedir.
Referandumla ilgili değerlendirmelere girmeden önce biraz geriden bir soru ile başlamak istiyorum. Görebildiğim kadarıyla meclis karar alma mekanizmasıydı daha çok ve mecliste MHP, HDP’nin daha gerisinde bir role sahipti. 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte MHP karar alma mekanizmasını merkezileştirirse ve kendine benzetirse o mekanizmaya daha çok etki edebileceğini gördü ve böyle bir sürece girişti sanki. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
MHP rakamsal olarak meclisteki dördüncü parti ama son dönemde olan bitene baktığımızda siyaset alanını dizayn etme anlamında en etkin parti MHP. Çünkü Türkiye’deki ana siyasi aktörü kendisine benzetti; yani onun siyasal söylemini, önerdiği paketin içeriğini belirleyen aktör oldu, siyaset sahnesini nerdeyse dizayn eden temel aktöre dönüştü. Burada dert, karar mekanizmasını merkezileştirmek miydi? Böyle bir olgu var, bu çok açık, ama bunu düşünerek mi yaptı çok emin değilim. MHP açısından şöyle bir plan var bence: Bir, zaten ciddi bir kriz yaşıyordu. Bu krizi aştı ve mevcut tercihiyle AK Parti’ye kendi rengini verdiği bir paket olanağı sunarak kendi krizini aştı. İki, AK Parti gibi bir hükümetin kendisine vereceği destek üzerinden onun bütün söylemini, siyasetini belirledi. MHP’nin tek başına hükümet olamayacağının farkında. Şunu düşündü: Yasama açısından, başkanlık rejimi olması durumunda zaten parlamentodaki vekil sayısını üç aşağı beş yukarı koruyacak. Yürütme açısından, eskiden partiler ve meclis üzerinden bir koalisyon yapılıyordu. Sanırım daha çok devlet üzerinden, seçim dışı mekanizmalarla AK Parti ile pazarlık yapıp bir koalisyon hesabı yaptı. “Görünür siyasi aktörler gibi değil ama kapı arkasında yine bir koalisyon ortağı olurum, bu anlamda gücümü korurum” dedi. Yasama organında yine gücümü korurum yüzde 10-11 oyumu alırım ama öte yanda da Türkiye’nin bütün siyasal sürecin ana belirleyici aktörü olurum diye düşündü.
Darbe girişimiyle bugüne kadar şöyle genel bir kanı vardı; devlet darbe girişimiyle birlikte zayıfladı fakat bu zayıflığı örtmek için sertleşti ve güçlü görünmeye çalıştı. Buna katılır mısınız?
Burada temel soru şudur: Devletin güç kaynağı nedir? Antonio Gramsci örneğin ‘hegemonya + zor’ der. Hegemonya devletin sivil toplum alanında rıza üretme kapasitesi; “zor” ise bildiğimiz kaba kuvvet (asker, polis, cezaevleri gibi) araçlarıdır. Fransız düşünür Pierre Bourdieu devletin kullandığı zorda da bir rıza olduğunu, bu rıza olmadan devletin zoru kullanmayacağını ileri sürer. Devletler rıza üretme kapasitesiyle şiddet üretme kapasitesinin dengesinden oluşur. Rıza daha merkezdeyse daha güçlüyse daha demokratik, katılımcı bir devlet ortaya çıkar. Zor ve şiddet daha merkezdeyse otoriter, totaliter rejimler ortaya çıkar. Sorunuza gelecek olursam devletin şiddet kapasitesinin bu kadar merkezi olmasını tersinden okursak rıza üretme becerisinin zayıflaması olarak okuyabiliriz. Şöyle bir analizim var olan bitenlere dair; 2010 anayasa referandumundan bu yana bir devlet kriziyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum; yani Ankara’da bir kriz var. Bu krizin bence üç ana ekseni var. Birincisi; 2010 anayasa referandumundan sonra AK Parti ya da temsil etmiş olduğu siyasal islam, geleneksel Kemalist devlet elitini büyük anlamda marjinalize etti, bu konuda kritik eşiği aştı. 2010’dan bu yana CHP tarafından temsil edilen Kemalist elitlerle siyasal islamcı gelenekten gelen elitler ve temsil ettikleri toplumsal gruplar arasındaki çatışma derinleşti. Bence birinci kırılma buydu ve bu ciddi bir kriz yarattı ve bu kriz hala devam ediyor. İkincisi; 2011-2012’de dershane krizi ile ortaya çıkan şey, siyasal islamın iki kanadı arasındaki bir krizdi. O da şu: Aslına baktığınızda AK Parti’nin başarısını mümkün kılan şey, 2002 öncesinde bir araya gelememiş iki İslamcı hareketin ittifakıydı. Biri Gülen hareketiydi; sosyal alanda, akademide, ekonomide, medyada örgütlenmiş, hatta darbeden sonra gördüğümüz gibi askeri ve sivil bürokrasi içinde de ciddi olarak örgütlenmiş bir Gülen Hareketi vardı. Bir de Milli Görüş hareketinin 1970’lerden bu yana daha çok siyasi partiler üzerinden örgütlendiği bir hareket vardı. Bunlar AK Parti’ye kadar birbirine soğuk iki hareketti ama 2002’den sonra ittifak kurdular ve bu ittifak sayesinde AK Parti, Kemalist elitleri marjinalize edip iktidar olabildi. Ancak 2010’da kritik eşiğin aşılmasından sonra derin bir çatışma başladı. Tam da bu krizler devam ederken Suriye’de bir üçüncü çatışma alanı doğdu. Suriye’de, PKK’nin kardeş örgütü PYD liderliğinde bir ‘de facto’ yönetimin oluşmasıyla birlikte Türkiye, birdenbire İran’dan Hatay’a kadar, bir ihtimal Akdeniz’e kadar siyasal olarak bütünleşik olmasa da coğrafik olarak bütünleşik bir Kürdistan ihtimali ile karşı karşıya kaldı. Özellikle 2015 Haziranı’nda Tel-Ebyad’ın YPG’nin kontrolüne geçmesiyle birlikte Cizir ve Kobanî kantonları birleşti ve bunların Efrîn ile birleşme ihtimali ortaya çıktı. Bu ihtimal, devletin aslında çok da hazırlıklı olmadığı ve ciddi bir kriz içindeyken karşı karşıya kaldığı büyük bir çatışma alanıydı. Ben şahsen 15 Temmuz’u da 16 Nisan’ı da bu üç eksende derinleşen devlet krizinin parçaları ya da durakları olarak okuyorum.
16 Nisan’dan sonra bu kriz aşıldı mı peki?
Üç sebepten dolayı aşılmadı. Birincisi; Kürt/Kürdistan meselesinde Ankara’nın ne yapacağı çok belirgin değil. İkincisi; sert bir kutuplaşma üzerinden kampanyalar yürütüldü ve bu seçim sonucuna yansıdı. Yüzde 49’a yüzde 51 şeklinde bir tablo var. Bu tablo çok bariz bir şekilde ayrılmış iki toplumsal kesimin olduğunu ortaya koyuyor. Toplumdaki bu yarılmayı devletteki yarılmanın bir yansıması olarak okunması gerekir. Üçüncü olarak da siyasal islamın krizi de devam ediyor. Türkiye’de üç ana blok olduğu söylenebilir; biri CHP’nin temsil ettiği seküler-muhafazakâr milliyetçi blok, biri HDP’nin temsil ettiği sol popülist Kürt bloğu ve üçüncüsü de Ak Parti ile MHP’nin temsil ettiği islamcı-muhafazakâr milliyetçi blok. İslamcı muhafazakâr bloğun iki kanadının biri diğeri tarafından çok sert bir şekilde bertaraf edildi. Kısa vadede AK Parti’nin güçlenmesi ve cemaatin ortadan kaldırılması olarak okunabilir ama daha geniş bir tablodan baktığımızda ana akım islamcı-muhafazakâr blok, bir kanadının elli yıllık birikimini yerle bir etti. Bu elli yıllık birikimin yerini doldurmak, insani kaynak olarak da kurumsal birikim olarak da kolay değil. Bu üç sebepten dolayı bu devlet krizinin hala devam ettiğini düşünüyorum. Kısa vadede bunun aşılacağının emaresi yok. Belki 2019 seçimlerine kadar bu devam edecek.
“2019 seçimlerinde bile artık AK Parti ve Erdoğan’ın kazanacağı kesin değil”
Ülkede demokratik yollarla bir şeylerin değişeceğine dair umudu giderek azalan bir kitle var ve özellikle batı yakasında son aylarda hareketliliğin, protestoların arttığını görüyoruz. Bahsettiğiniz krizin devam etmesi halinde bu durumda nasıl bir gelecek öngörebiliriz?
Devlet krizinin bir boyutu da kurumsal yapıların çöküşüdür. Türkiye’de şu anda ciddi bir kurumsal çöküşle karşı karşıyayız. Bunun en görünür yüzü son bir yıldır ortadan kaldırılmış olan hukuk sahasıdır. Demokrasinin asgari şartı seçimlerdir. Yani yönetimin seçimle değişebildiği ülkeler demokratik ülkelerdir. Ama bugün adil seçimi mümkün kılabilecek kurumsal yapılar şu an ciddi bir şaibe altında, YSK vakası örneğin (YSK’nın mühürsüz zarf ve pusulaları geçerli sayması). Demokratik sisteme olan güven azaldıkça ‘bu iş seçimle olmuyor, hileler yapılıyor, OHAL gibi bütün hakların sınırlandığı bir ortam içerisinde seçimlere götürülüyor, şu an demokratik olarak rekabet etme ortamımız yok’ düşüncesinin güçlendiği bir zeminle karşı karşıyayız. Türkiye’de seçimler üzerinden yönetime gelme ihtimalinin olduğunu gösterilemezse bu risk muhtemelen artacaktır.
AK Parti’nin referandumdan ana derdi, 1950’den bu yana seçmen profilinin yüzde 65-70 oranında olan islamcı-muhafazakâr kesiminin desteğiyle yürütmeyi birkaç dönem garanti altına almaktı. Bütün muhalif medya kapatıldı, akademisyenler işinden oldu, susmaya zorlandı, medya susturuldu. Bütün devlet kanallarının “evet” için kanalize olduğu bir ortamda ancak yüzde 51’lik bir oy ortaya çıktı. Bunun karşısında HDP’nin kurumsal olarak ortadan kalktığı, liderlerin tutuklandığı ortamda yüzde 49’a yakın bir oy çıktı. Bu şu anlama geliyor bence, 2019 seçimlerinde bile artık AK Parti ve Erdoğan’ın kazanacağı kesin değil. Hatta bir de bunun profiline baktığımızda özellikle kıyı şehirlerde, 30 büyük şehrin 17’sinde seçimi kaybetmiş. İstanbul, Ankara, İzmir gibi üç büyük şehirde kaybetmiş, Kürt bölgelerinde HDP oy kaybetmiş ama yine de yüzde 60’larda oy aldı. 10-12 ilde gücü olan partiyle karşı karşıyayız. Ben işin doğrusu beklenenin aksine referandum sonuçlarının 2019’da hayır cephesinin kazanma ihtimalini ortaya çıkardığını düşünüyorum. Türkiye’de ilk defa sosyal demokratların kazanabileceği ihtimali görüldü. Yüzde 49 oluyorsa yüzde 51 de olabilir. OHAL’in olmadığı ya da belli bir normalleşme olduğu ortamı düşünün iyi bir siyasal örgütlenme olduğu takdirde “hayır” cephesinin 2019’da yüzde 50’yi aştığını görebiliriz.
’17 Nisan’da muhalefet için ciddi bir siyaset alanı doğdu’
Başlarken “siyasal karar alma süreçleri giderek merkezileşiyor, mecliste daha geniş tartışılan işler meclise pek uğramadan vs. yürütülüyor, referandum sonucu bu merkezi karar alma mekanizmasını sürekli kılabilecek bir mahiyet de içeriyor” demiştik. Bu süreçte sivil toplum hem daha fazla homojen oldu hem de da daha az görünür oldu. Bizi bu anlamda nasıl bir gelecek bekliyor, sivil toplum bu karar alma mekanizmalarına dahil olmak için nasıl yöntemler bulmalı? Bu anlamda sivil toplumun önündeki imtihanı da biraz değerlendirmenizi isterim.
Siyaset tek başına bildik devlet kurumları üzerinden yürüyen bir süreç değil. Kısa vadede muhalif hareketlerin güç sahası devlet sahasından öteye toplumsal sahaya yönelecek. Burada başka bir rızanın inşasına yönelecek ve böyle olursa Türkiye’de bir alternatif ortaya çıkabilir. Devlet iktidarına yönelmiş bir siyaset devam ederse işi biraz daha zor olur. Ama toplumsal alanı temel hedef olarak önüne koyan, burada bir dönüşümü, başka bir rızayı, başka bir Türkiye tahayyülünü ortaya koyan bir hareket olursa bence şu anda bunun önü açık.
Bir de bu rıza ve zor aygıtlarından ‘zor’un öne çıkmasının negatif tarafları da var. Baskı aygıtları kalıcılaşırsa sokak mobilizasyonu çok daha fazla artabilir. Bunu yanında, OHAL’de referanduma giden, çatışmacı, kutuplaştırıcı bir dille konuşan AK Parti’ye, AK Parti ile MHP’nin toplam tabanının beşte birinin onay vermediği görülüyor. Yüzde 62-63 oy alması gereken bir blok 12 puanlık bir kayıp yaşadı. Bu kesim büyük oranda eğitim düzeyi yüksek, daha kentleşmiş, sosyal sermayesi yüksek olan bir kesim. Böylesi bir siyaset üzerinden devam etmesi ‘evet’ cephesini de bir arada tutamayabilir. AK Parti tablosu böyle devam ettiği takdirde İslamcı muhafazakâr kesimde zaten var olan arayışın derinleşeceğini düşünüyorum. Bu anlamda 17 Nisan’da ciddi bir siyaset alanının oluştuğu bir güne uyandık aslında.
“Bölgede HDP’nin temsil ettiği Kürtlük dışında ikinci bir Kürtlük oluşmuş durumda”
Görünen o ki Kürdistan’da 400-500 bin oy ‘evet’in lehine artmış durumda. MHP ile ittifak edilmesine rağmen bölgede Kürt seçmenden destek alındı ve kırılgan bir durum oluştu. Paketi halka götürmek için MHP mecliste önemli bir aktördü ama görülüyor ki MHP tabanından pek destek yok. Bunu da göz önüne alarak, örneğin MHP denklemden çıkarılarak 2019 seçimlerinde Kürtlerle ciddi bir ittifak kurulup başkanlığa gidilebilir mi? MHP ittifakının kırılganlığı ve sonucun önümüze koyduğu resimle ilgili ne söylenebilir?
Açıkçası bu AK Parti’nin yapacağı tercihe bağlı. AK Parti daha kalıcı olmak istiyorsa böyle bir eyleme girmek zorunda. Ama bu kısa vadede çok mümkün değil. Bu kadar sert bir kampanya yürütmüş, bu kadar milliyetçi söyleme yaslanmış bir AK Parti’nin, aylardır idam tartışması yürüten bir partinin, kısa vadede Kürt meselesine döneceğini zannetmiyorum. Rasyonel bir siyaset yürütmeleri durumunda buraya kaymaları gerekecek, ama bunun için de koşullarının oluşturulmasına ihtiyaç var. 2019’a kadar seçimleri beklersek böyle bir eğilime girebilir. Kaybettiği yüzde 20’lik oyu değerlendirip, tekrar toparlanıp ilk çıkış yıllarını hatırlayarak daha reformist eğilime girebilir. Bunun için bile olsa zamana ihtiyaç var.
Kürt bölgesi bağlamında bir de şöyle bir tablo var AK Parti karşısında: sınır ötesinde Kürt meselesinin geldiği koşullar var; Irak’ta federe olan ve bağımsızlık eğiliminde olan bir Kürt bölgesi var. Suriye’de fiili bir otonom yapısı olan Kürt bölgesi var.
Burada, son dönemlerde Kürt siyasetinin güç kaybettiği şeklinde bir argüman da vardı. Bir güç kaybı var ama bu yapısal değil sayısal bir kayıp. Örneğin Diyarbakır’da yüzde 72’den yüzde 67’ye düşmüş, bu ciddi bir kayıp ama Diyarbakır’da HDP hala hegemonik bir güç. 1990’dan bugüne kadar legal Kürt partilerinin almış olduğu oylara baktığımızda 2014’e kadar yüzde 4-7 bandında olan bir hareket vardı. Ama 2014’ten bu yana yüzde 11-13 bandına yükselen bir HDP oluştu. Referandumu 400-500 bin oy kaybı olarak okuyabilirsiniz. Ama ‘2014’ten bu yana devam eden yüzde 10-12 bandındaki HDP artık burada kalıcı bir parti’ olarak da okuyabilirsiniz. Bu kadar sert bir döneme rağmen yüzde 10’luk bir bantta oyunu korumuş durumda. 2014’ten bu yana HDP’nin yaşamış olduğu bu yükseliş geçici değil yapısal bir dönüşüm olduğunu gösterir. Dolayısıyla Türkiye ölçeğinde yüzde 10 bandında bir HDP var artık.
Kürt bölgesine baktığımızda 9-10 ilde hegomonik bir güç, 3-4 ilde bir denge gücü 4-5 ilde de dikkate değer bir muhalefet. Yani yaklaşık 20 ilde iddiası olan bir parti ve Türkiye’nin 10 büyük şehrinde yüzde 7-10 bandında oy alan bir parti. İşin bir boyutu bu. Diğer boyutunu AK Partili Kürtler üzerinden değerlendirerek okuyayım. Bu çatışma döneminde HDP’nin oy kaybedeceğini bekliyordum çünkü ciddi bir kesim HDP’den çatışmaları durduracak, çatışmalara karşı çıkan, çözüm sürecine sahip çıkan çok daha aktif bir pozisyon almasını bekliyordu. Çok da aktif rol almadı, barışa sahip çıkamadı. Arada ezildi. Bundan dolayı oy kaybı bekliyordum, şaşırmadım. Benim şaşırdığım AK Parti’nin oylarının artması. AK Parti’nin de oy kaybedeceğini, seçime katılmama eğiliminin daha fazla olacağını bekliyordum.
AK Parti bölgede gücünü korumuş ve artırmış durumda. Bunu şöyle okuyorum: Birincisi; bölgede HDP’nin temsil ettiği Kürtlük dışında ikinci bir Kürtlük oluşmuş durumda. İslamcı Kürtler, dindar Kürtler 2005-2006 yıllarına kadar Kürt meselesinde çok aktif rol almıyorlardı. Ama şu anda AK Parti’ye oy veren Kürtler, MHP ile kurulan ittifaka ya da milliyetçi söyleme oy vermiş olmuyorlar. Çünkü bunlar da üç aşağı beş yukarı Kürtlerin kendilerini yönetmesinden, anadilde eğitimden, yerelleşmeden bahsediyorlar. Ama bunu HDP gibi sol, toplumsal cinsiyet gibi motivasyonlarla değil çok daha İslami, muhafazakâr, geleneksel motiflerle yapıyorlar. Kürt kimliğine sahip çıkan, bunu İslami argümanlarla yapan ama MHP’nin siyasal çizgisine yakınlaşan AK Parti’den de ayrılmayan büyük bir Kürt kesimi var. Bunun iki anlamı var bence. Ankara’daki AK Parti ile buradaki Kürtler arasında nasıl bir ilişki var? AK Parti buradaki Kürtleri kendini büyütmek için araçsal olarak mı kullanıyor ya da tam tersi muhafazakâr Kürtler HDP karşısında daha güçlenmek için AK Parti’yi siyaset, ekonomi, bilgi kaynağı olarak mı görüyor? Bence bu kitle hem araçsal bir ilişki üzerinden güçleniyor, yani HDP’nin yanında başka bir Kürtlük inşa ediyor, hem de AK Parti ile kurduğu İslami özdeşlik ona biraz ideolojik, politik olarak bir normatif çerçeve de sunuyor.
Hem Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerine hem de HDP’nin taleplerini paylaşan muhafazakâr Kürt tabanında baktığımızda rasyonel bir akıl olursa AK Parti’nin bu meseleyle yüzleşip hem yüzde 30’u canlı tutmak için hem sınır ötesi bu dinamikle ‘etkin baş edebilmek’ için Kürt meselesinde çözüme dönmek zorunda olduğunu düşünüyorum.
Aslında çözüm sürecinde bir yerelleşme üzerinde taraflar mutabakata varmıştı. İdris Baluken’in AK Partili bir yetkiliye cevaben yaptığı bir hatırlatma vardı. “Bu polemikleri bir tarafa bırakın, biz birlikte yasalar hazırladık, siz bu yasaları ne yaptınız?” diye iki yasayı telaffuz etmişti. Biri sivil toplum yasasıydı. Diğeri de yerel yönetimleri güçlendirme yasası. Belli ki süreç bir yasa tasarısı haline kadar gelmiş. Benim öngörüm şu Türkiye’de yerelleşme, adem-i merkeziyet üzerinden Kürt meselesinin çözümü hala mümkün. Bu şu anki başkanlık paketini daha demokratik hale getirir. Merkezi dengeleyecek yerel ve bölgesel güçler oluşur. Şu an bu şans hala var ama AK Parti şu anki hatta ısrar ederse MHP ile ittifakında yeni bir Türk-İslam kimliği inşasına yönelirse AK Parti’nin şu anki yerelleşme seçeneğini de arayabileceğini düşünüyorum.
“Referandumda, iki parti açısından ‘çözüme dönün, bu işi çözün’ mesajı çıkmış durumda”
Bir yıldan uzun süre şehir savaşları yaşadık ve silahlı çözümün bölgede artık daha çok eleştirildiği bir durumla karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan için ‘referandum sürecinde sertleşiyor, süreç bittiğinde yumuşayacak, yeni bir çözüm sürecine başlayacak’ söylentileri dolaşıyordu Kürt bölgelerinde. Hatta bölgede başkanlık referandumuyla ilgili oy toplanırken ‘başkanlık demek, eyalet sistemine daha kolay geçiş demek’ şeklinde de anlatılıyordu. Bunları birlikte düşündüğümüzde önümüzdeki dönem için yeni bir çözüm süreci sizce nasıl yürütülebilir, bizi bekleyen süreç yine PKK ile devletin oturup bir şeyler konuşması mıdır, bunun dışında başka bir yol var mı?
Referandum sonuçlarına bölge bazında bakıldığında son iki yılda yaşamış olduğumuz kent çatışmaları ile devletin sert güvenlik eksenli politikasının sokakta bir karşılık bulmadığı görülüyor. Tamam, HDP’den Ak Parti’ye bir oy kayması var ama bu yapısal bir değişimi ifade etmiyor. Bunca hatasına ve kent çatışmalarında kitlesiyle yaşamış olduğu güven krizine rağmen HDP büyük oranda gücünü korumuş durumda. AK Parti içerisindeki Kürtler kendi Kürtlüklerinden, taleplerinden vazgeçerek MHP ile kurulmuş bu Türkçü, milliyetçi siyasete onay vermiş değiller. Tam tersine AK Parti’ye onu hala muhatap olarak kabul ettiklerini, onu desteklediklerini, çözüm merkezi olarak AK Parti’yi gördüklerini ifade ediyorlar. Referandumda, iki parti açısından ‘çözüme dönün, bu işi çözün’ mesajı çıkmış durumda. Bu sonuç, aşağıdan gelen siyasal taleple de örtüşüyor.
Peki bu çözüm nasıl olacak?
Çözüm sürecinde başarısızlığın bir sürü nedeni var, bunlardan bir tanesi AK Parti’nin görünür, somut bir projesinin olmayışı. Yani meselenin yönteminden ziyade içeriğine dair ciddi bir boşluk var.
Sahadan, aktörlerden aldığım izlenime göre AK Parti ‘biz bu işi çok büyük ölçüde çözdük, bireysel haklar sağlandı, geriye bir tek silahlar kaldı’ noktasında görünüyor. Ama sokaktaki insanlara baktığımızda haklar bağlamında talepleri karşılanmış değil. Geçen ay bir çalışma için AK Parti ile HDP dışındaki (Hüda-Par, PSK, ÖSP, PDK gibi) siyasi partilerle ve iki tarafla da konuşma kapasitesi olan sivil toplum camiasıyla (baro, Mazlum-Der, DTSO vb.) görüştüm. Örneğin 18 görüşmenin 16 tanesinde anadilde eğitim talebi ortak. Yine bu 18 görüşmenin 14’ünde yerinden yönetim, yerelleşme, âdem-i merkeziyet vurgusu var. Ankara daha çok ‘TRT Şeş açıldı, üniversitede bölümler açıldı, artık bunun ötesi yok’ gibi bir eğilim içinde. Ama bunun sokakta karşılığı yok. Dolayısıyla, PKK ile diyalog kurulmaksızın bu hakları merkeze alan, bu hakları tanıyıp kabul eden bir eğilime girerse bunun en azından çözüm üretme potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Böyle olursa PKK, HDP gibi yapılar üstünde toplumsal baskı artabilir, ‘hükümet reformlar yapıyor, siz niye bu kadar şiddette ısrar ediyorsunuz?’ diye daha güçlü bir ses çıkabilir.
Süreç bir yere kadar böyle ilerleyebilir ama bir yerden sonra, PKK’ye dahil olmuş, dağa ya da sürgüne gitmiş, cezaevine girmiş insanların dönüşünü mümkün kılacak bir içeriğe de kavuşması gerekecek.
Kişisel tespitim şu: Türkiye’de ana-akım Kürt hareketinin tabanını oluşturan kitleler tek başına bir Kürtlük ya da Kürt kimliğini garanti altına alma üzerinden mobilize olan Kürtler değildir. Devletteki yaklaşım ‘Kürtlük bu kitle için kültürel bir kimlik dolayısıyla biz bu kültürel kimliği güvence altına alan bir reform yaparsak bu iş çözülür’ varsayımına dayanıyor. Ama ben bu varsayımın doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü esasında bu bölgedeki Kürtlük tek başına kültürel kimlik değil, ondan öte bir politik kimlik. Bu politik kimliğin çekirdeğini de bedel oluşturuyor. Bu bedeli de ben dört metafor üzerinden tanımlıyorum: dağ, mezar, sürgün ve zindan. İnsanlar ana-akım Kürt hareketiyle, bu dört metafor üzerinden ilişki kuruyorlar. Sadece sayısal olarak baktığımızda dahi çatışma sürecine dahil olmuş, öznesi olmuş, nesnesi olmuş çok geniş bir kitleden bahsediyoruz. İnsanlar kendi çocuklarının dönemediği, cezaevinden çıkamadığı, yurt dışından dönemediği bir siyasal çözüm içerisinde bence bir barışa, huzura kavuşamayacak. Bir de silah meselesi var. Bence devlet bu tarz hakları merkeze alarak ilerlerse PKK/KCK’yi silahsızlanma konusunda zorlayabilir, çok daha yoğun bir baskı kurabilir. Ama son kertede silahın bırakılması için tekrar bir temasa ihtiyaç olacaktır.
Özellikle HDP ve AK Parti dışındaki aktörlerden aldığım izlenim şu: bir yanda ana dilde eğitim gibi, yerelleşme gibi, siyasal haklar gibi haklar bağlamında, içinde diğer Kürt partilerin de olduğu ya da sivil toplum, kanaat önderlerinin de olduğu daha geniş bir grupla temas edilir. Öte yandan da PKK/KCK ile silahsızlanma diyaloğu yürütülür ama bu ikisi paralel olur. Zaten PKK ile yürütülen sürecin çözüme kavuşabilmesi için diğer sahada yol alması lazım. Ama nasıl Kürt sahasında görüşmecileri çeşitlendirip artırmak gerekiyorsa Ankara’da da CHP gibi, sivil toplum gibi çeşitli kurumların dahil olduğu, çatışmaların yumuşatıldığı bir sürecin olması lazım. Siyasi reformlar bağlamında daha katılımcı daha geniş bir süreç olabilir. Bu elbette daha zor olacak. Çünkü farklı düşünen aktörleri bir arada tutmak demek daha çok çatışma ve daha çok çatışma yönetimi demek ama ben böylesi bir sürecin daha kalıcı bir çözüm üreteceği kanaatindeyim.
Silah dışındaki kültürel ve siyasal hakların tanınması müzakerelerinde HDP gibi legal aktörlerin daha aktif olduğu bir süreçte, ana akım Kürt hareketi içinde sizin tabirinizle merkez-çevre arasında bir rol değişimi mümkün mü ya da böyle bir rol değişimi gerekli mi?
Doğrusu bu rol değişimi olmadan mesele çözüme kavuşamaz, bu mümkün değil. Kürt hareketi içerisinde iktidar ilişkilerinin yeniden dizayn edilmesi lazım. Ana akım Kürt hareketi içinde illegal alan dediğimiz PKK/KCK, Öcalan merkezde konumlanıyorlar. HDP, DBP, yerel yönetimler, basın, gibi legal siyasetler de daha çok çeperde konumlanıyorlar. Merkez, büyük oranda ana siyaseti kuran, ana politikaları belirleyen bir aktörken çeper ise bu siyaseti taşıyan ve temsil eden aktör. Kürt meselesi bir siyasal çözüme kavuşacaksa bir rol değişiminin olmasına ihtiyaç var. Ana akım Kürt hareketinin 1999’dan bu yana siyasi çözümde kafa karışıklığı yoksa, bir iç çözüm konusunda net bir hat varsa aslında kademeli olarak legal Kürt siyasetinin çeperden merkeze taşınması, merkezin de çepere gelip en sonunda da lağvedilip legal siyasete dahil olması gerekiyordu.
Benim görebildiğim kadarıyla Kürt hareketinin merkezindeki aktörler çok merkezden vazgeçmek istemediler. Çeperdeki aktörlerin de merkeze geçebilecek kadar ne güçleri var ne kapasiteleri var ve işin doğrusu ne de cesaretleri var. Çünkü bu yer değişimi kavgasız olmayacak.
Öte yandan devlet de bu dönüşüme onay vermedi. 90’lardan bu yana açılıp kapatılan Kürt partilerine baktığımızda ortalama ömürleri üç-dört yıl. Devlet Kürt partilerini kapatarak merkezdeki 50-60 siyasi figürünü siyasi yasak koyarak, cezaevine atarak bir şekilde bunu tekrara yöneltti. Bu da birikim sağlamayı, kurumsallaşmayı engelleyen bir mesele.
Son çözüm sürecine baktığımızda HDP’nin postacı olduğu yönünde eleştiriler vardı. Belki de HDP’nin çok daha merkezde olduğu bir güç dağılıma ihtiyaç vardı. Ama öte yandan bu rol dağılımını devlet de onayladı. Demirtaş tam da Kürt siyaseti içerisinde dönüşüm yaşayabilmek için ihtiyaç duyulan liderlerdendi. Böylesi güçlü bir lideri içeri atıyorsunuz. Çeperde kalma hali daha çok Kürt hareketi içerisindeki sorunlardan kaynaklı ama devlet de bir yönüyle buna onay veriyor.
Ama bu referandumun da teyit ettiği üzere HDP bu kadar pasifleştiği, bu kadar sahadan çekildiği, arada sıkıştırılıp ezildiği bir ortamda bile şu an arkasında duran ortalama yüzde 10’luk bir kitlesi var. Bu beş milyona yakın yetişkin nüfus demek. Şu an sokak HDP’ye biz senin arkandayız, arkanda durmaya devam edeceğiz mesajını veriyor. Dolayısıyla bu dönüşümü yapmak konusunda ana sorumluluk bence HDP’ye düşüyor. HDP’nin böylesi bir sorunun altına girip, riskler alıp biraz daha cesurca adım atması gerekiyor.
Ana görsel: Cizre’deki çatışmalar sonrasında aileler yıkılan evlerinin önünde bekliyor.
YASİN AKGUL-AFP
Bizi Takip Edin