UN Women Türkiye Temsilcisi: Kadınlar değişimin asıl elçileridir
Ingibjorg Solrun Gisladottir 28 yaşında siyasete atılmış, 28 yıl boyunca aktif politika yapmış bir kadın. İzlanda’nın ilk Kadın Birliği Partisi’nin kurucularından. Eski İzlanda Dışişleri Bakanı. Eski Belediye Başkanı, şehir konseyi üyesi. Şimdi ise Birleşmiş Milletler Kadın Birimi (UN Women) Avrupa ve Orta Asya Bölge Direktörü ve Türkiye Temsilcisi. 1982 yılından bu yana kadın meseleleri konusunda […]
Ingibjorg Solrun Gisladottir 28 yaşında siyasete atılmış, 28 yıl boyunca aktif politika yapmış bir kadın. İzlanda’nın ilk Kadın Birliği Partisi’nin kurucularından. Eski İzlanda Dışişleri Bakanı. Eski Belediye Başkanı, şehir konseyi üyesi. Şimdi ise Birleşmiş Milletler Kadın Birimi (UN Women) Avrupa ve Orta Asya Bölge Direktörü ve Türkiye Temsilcisi. 1982 yılından bu yana kadın meseleleri konusunda savunuculuk yapan Gisladottir’e siyasi yaşamının başlangıcından bu yana yaşadıklarını, tecrübelerini, aşılan engelleri ve Türkiye’de geçirdiği 3 yılı Sivil Sayfalar adına Pınar Gürer ve Mehmet Ali Çalışkan sordu.
Siyasi hayatınız ve Türkiye’deki tecrübelerinizi sizinle birlikte değerlendirmek, farklılıkları ve benzerlikleri görmek ve Türkiye’deki durum hakkında çıkarımlar yapmak istiyoruz. Fakat önce politik hayatınızla başlayalım, ilk kadın siyasi partisi ile…
Partiyi 1982 yılında kurmaya karar verdik. Belediye meclisleri ve parlamentodaki kadın sayısını artırmak, çocuklar için iyi ve bütçeye uygun kreş olanakları sağlamak ve daha iyi şartlarda doğum izni hakkı için savunuculuk yapan ve kadın hareketinde oldukça aktif olan kadınlardık. Tüm dünyadaki kadınlar için son derece önemli olan bu meseleler için çalışıyorduk. O zamanlar, yani 80’lerin başlarında İzlanda’da parlamentodaki kadın oranı yüzde 6’ydı. Çocuklar için kreş bulabilmek zordu. Doğum izinleri de çok kısaydı. O zamanlar kadınlar İzlanda’da ekonomide oldukça aktifti, iş gücü piyasasındaydılar. Ancak ihtiyaç duydukları hizmetlerden yoksundular. Sürekli bir partiden diğerine dolaşıyor, kadınları siyasete, belediye meclislerine ve parlamento seçim listelerine dahil etmenin yollarını ve partilerin bu konulara yönelik politik bir programa sahip olmalarının kadınlar ve erkekler için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyorduk. Lakin ya hiçbir şey olmadı ya da olan şeyler çok yavaş oldu. Biz de “Tamam, yeter artık. Parti parti dolaşmak yerine başka bir şey yapmamız gerekiyor ki ,bu meselenin ne kadar önemli olduğunun anlaşılmasını sağlayalım” dedik. Ve şöyle düşündük; neden seçimlere katılmıyoruz? Neden biz de seçim rekabetine girmiyoruz? Kendi partimizi kurmaya karar verdik. Oy verenlerin yarısı kadındı, çok sayıda erkeğin de bize destek verdiğini görüyorduk. Erkekler belki bize oy vermeyeceklerdi ancak biz nasıl tepki vereceklerini merak ediyorduk. Ne olacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu ya da ne kadar destek alacağımızı hiç bilmiyorduk. Nasıl bir tepki alacağımızı da… Sadece yapmaya ve denemeye karar verdik. 1982 baharıydı ve ilk seçim belediye meclisi seçimi idi. Oyların yüzde 11’ini aldık ve ilk seçimde ben belediye meclisi üyesi oldum. O zaman 27 yaşındaydım. Böyle bir sonuç alınca dedik ki, tamam, önümüzdeki yıl neden parlamento seçimlerinde de katılmayalım? Böylece bir sonraki sene parlamentoya üç kadın vekil dahil ettik. Partimiz tam anlamı ile icraata başlamış oldu. Bu gelişmeler İzlanda’da büyük değişikliklere vesile oldu. Bize göre bu, siyasi partileri uyandırma çağrısı gibi bir eylemdi. Siyasi partilerin, halkın kadınlara oy vermeye ve toplumsal cinsiyete duyarlı bir politik gündemi desteklemeye hazır olduklarını anlamalarını sağladı.
“24 Ekim 1975, İzlandalı kadınlar greve gitti. 1980 yılında ilk kadın başkan adayı seçimlerde yarışıyordu”
Kadınların ekonomik yaşama katılımlarının oldukça yüksek olduğu ancak siyasi katılımın olmadığı bir durumu anlamak biraz zor. İzlanda’da kadınları ekonomik yaşama dahil etmek biraz zaman aldı mı yoksa her zaman ekonomik yaşamın içindeler miydi?
İzlanda’da kadınlar her zaman ekonomide aktifti çünkü biz balıkçılıkla geçinen bir toplumuz. Erkekler günlerce ya da haftalarca süren balık avına çıktıklarında, diğer kalan her şey ile kim ilgilenecek? Kadınlar. Erkekler balığa çıkıyor, kadınlar da çiftçilikle uğraşıyordu yani kadınlar çiftliklerden sorumluydu. Bununla beraber, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra şehir düzenleri tekrar kurulmaya başlandığında durum biraz değişti. Şehirlerde kadınlar diğer birçok ülkede olduğu gibi daha çok evlerde çalışmaya başladı. 70’li yıllarda ise kadınlar ciddi anlamda ekonomiye katılmaya başladı. Ekonomide oldukça aktiftiler, lakin kreş olanaklarına sahip değildiler. Bu durum aileler için çok büyük bir yüktü. Ayrıca o zamanlar kadınların ekonomi için ne kadar faydalı olduğu fark edilmiyordu. Olaylar birbirini takip etti ve 1975 yılının 24 Ekim’inde İzlandalı kadınlar greve gitti. Gerçekten çok mühim bir olaydı. Kadınlar greve gitti, çalıştıkları yerlerden çıkıp greve katıldılar. Bir zaman sonra herkes kadınlar olmadan ne hastanelerin ne okulların ne bankaların ne de evlerin düzenli bir şekilde işleyemediğini fark etti. Kadınların ülke ekonomisine katkısı çok büyüktü. Grev, erkekler için de aydınlatıcı oldu. Bu olaydan sonra kadınların siyasete katılımını ve siyasetteki temsiliyetini düşünmeye başladık. Kadınların ekonomiye katkıları büyük olduğu gibi, elbette siyasette de var olmalıydılar, ülkeyi yönetmek ya da yaşadıkları yerleri yönetmek, yerel yönetimler konularında söyleyecekleri vardı. 1975 yılında kadınlar greve gitti, 1980 yılında ilk kadın başkan adayı seçimlerde yarışıyordu. 1980 yılında bu kadın aday seçildi ve dünyanın demokratik yolla seçilen ilk başkanı oldu. Kendisi, bekar bir anneydi, hiç evlenmemişti ve evlat edindiği bir çocuğu vardı. Hiç de evlenmedi. İzlandalılar her zaman bekar anneleri kabullendikleri için, bu durum hiçbir zaman sorun olmadı.
Böyle liberal bir toplum, değerlere meydan okumayı ve kadınların ekonomiye oldukça yüksek bir oranda katılmasını kabul ediyor ancak uzun bir süre kadınların politikaya katılımını kabul etmiyor…
Kabul etmiyor, erkeklerin iktidarı yüzünden kabul etmiyor! Evet, biz ataerkil bir toplumuz, ataerkil bir geçmişten geldik. “Karar vericiler erkekler. Güç erkeklerde vücut bulur, kadınlarda değil. Kadınlar katkı yapabilir, katılım gösterebilirler ama karar vericiler erkeklerdir” anlayışı nedeni ile kabul etmiyor…
“Kadınlara karşı olan oy verenler değildi, sistemdi!”
Görebildiğim üç dönüm noktası var; bunlardan biri ’75 eylemleri, diğeri ’80 yılında hiç evlenmemiş bekar bir annenin başkanlığa aday olması, bir diğeri de daha sonradan bir siyasi partiye evrilecek olan belediye meclisinin oluşması.
Evet. Ve o zaman, eğer o yapabiliyorsa, biz de yapabiliriz! diye düşündük ve karar verdik; “Tamam, deneyelim,”. Ayrıca şunu fark ettik, oy verenlerin kadınlara karşı hiçbir alıp vermediği yoktu, siyasi partilerin ise vardı. Kadınları durduran siyasi partilerdi! Benim çıkardığım ders bu oldu… Sonra konu benim kariyerime geliyor, çünkü 1994 yılında siyasi partilerin kurduğu koalisyonda belediye başkanlığına aday oldum. Belediye Meclisi’nde 60 yıl boyunca sağ görüş hakimdi. 1994 yılında sol ve merkez sağ kanatlarıyla bir koalisyon oluşturmayı ve çoğunluğu sağlamak istedik. Beraber çalışmak istiyorduk çünkü tüm partiler birbirlerinden kopmuştu. Sağ kanat son derece birleşik, sol kanat ise bir o kadar ayrıydı. Ve sol muhalifler olarak bizlerin 60 yıl boyunca şehrin yönetiminde hiçbir sözümüz olmamıştı. ’94 yılında koalisyon olarak seçimlere katıldık, belediye başkanı adayıydım, kadın bir belediye Başkanı adayı…. Seçim neticesinde oyların çoğunluğunu aldık, %52! Ne de olsa ortak bir program üzerinde birleşmiştik ve tek belediye başkanı adayımız vardı. Oy verenlerin, belediye başkanının kadın olmasına karşı hiçbir çekinceleri yoktu. Buna çok defa şahit oldum, kadınlara karşı olanlar oy verenler değil, sistemdi!
*Vigdís-Finnbogadóttir, İzlanda ve Avrupa’nın ilk kadın Cumhurbaşkanı, dünyanın demokratik yolla seçilen ilk kadın Cumhurbaşkanı.
Güç kazandıktan sonra siyasi hayat tecrübeleriniz nasıl oldu? Kadın olduğunuz için engellerle karşılaştınız mı?
Evet elbette, çok fazla engel vardı. Engel olarak ilk deneyimlediğim şey şu oldu; çok genç bir kadındım, şehir meclisine seçildiğim zaman 27 yaşındaydım, belediye başkanı olduğum zamansa 39. Ciddiye alınmam çok zor oldu, bu gerçek anlamda üstesinden gelmem gereken bir zorluktu. Genç bir kadın olarak yaşı daha büyük erkeklerden oluşan siyasi partiler ile mücadele etmek gerçekten zordu. O zamanlar şehir meclisinin en genç ismi bendim. Ayrıca yeni başladığımız zamanlar hep “Bu çok saçma, bu ciddi siyaset değil” deniliyordu. Bu da ayrıca üstesinden gelmemiz gereken bir durumdu. Bunun üstesinden gelebilmek için de her zaman uğraştığımız kişilerden çok daha iyi hazırlanmış olmalıydık. Her zaman böylesi argümanlara cevap verebilmek için hazır olmalıydık.
Peki ekibiniz? Ekibinizin cinsiyet dağılımı nasıldı?
%50 – %50’di.
“Liderlik her zaman bir ekip işidir”
Ekibiniz içerisinde hiç zorlukla karşılaştınız mı yoksa her daim destekçiler miydi?
Her zaman destek oldular. Ayrıca orada öğrendiğim bir şey varsa o da liderliğin bir ekip işi olduğuydu. Liderlik her zaman bir ekip işidir. Bir lider, ancak ekibi kadar iyidir.
Kararları nasıl alıyordunuz? Karar alma süreçlerinde neleri değiştirdiniz?
Kararları alan ben değildim, bizdik. Ekip, tam anlamı ile her şeyi sahipleniyordu. Ayrıca çoğu zaman bir fikir birliği vardı, ekip içinde fikir ayrılığına düşmüyorduk. Bir programımız ve odaklanmaya karar verdiğimiz öncelikli fikirlerimiz vardı…
Müzakere etmenizi gerektiren hiçbir mesele olmadı mı? Çünkü politikada öngörülemeyen sorunların çıktığını biliyoruz ve bu sorunlar karar verici ekipleri ayırabiliyor ve zaman zaman tartışmalar yaratabiliyor.
Tabi ki oldu. Özellikle dönemimizin sonuna yaklaşırken müzakere gerektiren koşullar oldu Üç dönem üst üste seçilmiştik; 94’ten 98’e, 98’den 02’ye ve ‘02’den ‘06’ya kadar. Ve ben 2003 yılında istifa etmeye karar verdim. Bu yüzden tabii ki üzerinde müzakere etmemiz gereken meseleler oldu ve biz bunları tartışmayı bildik. Konular üzerinde çoğunlukla aynı görüşe sahiptik ve elbette ki fikir özgürlüğümüz de vardı, farklı görüşe sahip olanları her zaman bunları dillendirmeleri için hep teşvik ettik.
Belediye başkanı olarak seçilmenizden önceki altmış yıl boyunca belediye başkanlarının karar alma mekanizmaları nasıldı?
Benden önceki belediye başkanı ilk olarak 1982 yılında seçilmişti ve çok otoriterdi. Esas karar verici hep oydu.
O zaman siz karar alma anlayışını da mı değiştirdiniz?
Evet, değiştirdik. Kesinlikle değiştirdik.
“Şehirler hizmet sağlayıcılardır”
Bunun sadece yönetimin feminizasyon-eşitleşmesi süreci olmadığını, aynı zamanda bir tür demokratikleştirme süreci olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, bu bir nevi belediye meclisindeki kültürün değişimi gibi oldu. Biz de zaten bunu hedefleyerek bu yola girmiştik çünkü bizden önceki yönetim belediye meclisini adeta bir üs olarak görüyordu, İzlanda’daki sağ kanat partisi üyelerini istihdam eden bir üs. Onlar belediye meclisini bir otorite kaynağı olarak görüyordu, biz ise hizmet sağlayıcı… Şehirler, yönetimler, hizmet sağlayıcılardır. Meclislere bu şekilde bakılmalı ve anlayış da bu yönde olmalı. Bu nedenle belediye meclisinin kültürü değişmişti.
Reykjavik Belediyesi’nden sonra parlamento üyesi oldunuz, değil mi? Şehir yönetiminden sonra parlamento nasıldı?
Bir şehri yönetmek çok daha eğlenceli! Çünkü çok fazla bürokrasi yok ve her şey çok daha hızlı gerçekleşiyor. Bir karar alıyorsun, bu kararın sonuçlarını biliyorsun, etkiyi görüyorsun, sonuçları çok daha hızlı bir şekilde alıyorsun. Ama parlamento, devlet yönetimi süreçleri, çok daha yavaş ve çok daha fazla zaman alıyor. Şehir yönetmekten farklı ama aynı zamanda da ilgi çekici.
“Her ne kadar cinsiyete duyarlı bir siyaset yapılıyor olsa da cinsiyet konusu konuşulmaya başlandığında ilgileri bir anda buharlaşıyor, yok oluyor”
Hükümet yıllarınıza kadar uğraştığınız meselelerin genellikle İzlanda’nın sorunlarından kaynaklandığını anlıyorum. Türkiye deneyiminizden önce, dünyanın geri kalanında gözlemlediğiniz sorunlar ne oldu? Toplumsal cinsiyet meselelerinde dünyanın geri kalanı ile İzlanda’nın benzerlikleri ya da farklılıkları nasıl gördünüz?
İskandinavya’daki ülkeler arasında benzerlikler çoktur. Yaklaşık aynı zamanlarda İskandinavya ülkelerindeki kadınlar yönetimlerde yüksek kademelere ulaştılar ve siyasete katılmaya başladılar. Bu yüzden, İskandinav ülkeleriyle birçok yönden benzerlikler var. Fakat, dışişleri bakanları ile yapılan toplantılarda şunu fark ettim ki, her ne kadar toplumsal cinsiyete duyarlı bir siyaset yapılıyor olsa da toplumsal cinsiyet konusu konuşulmaya başlandığında, bu konuya olan ilgiler, hassasiyetler bir anda buharlaşıyor, yok oluyor. Konuya gerçekten ilgili değiller. Bu “sert siyaset”, bu “ciddi siyaset” ve konu “ciddi siyasete”geldiğinde toplumsal cinsiyet konusu gündem dışı kalıyor.
İzlanda Parlamentosu’nda kadın yüzdesi nasıl?
Sanırım şu an %47.
Türkiye’deki derneklerden, partilerden, kuruluşlardan birçok kadın lider ve kadın siyasetçi ile tanıştınız. Onların hikayeleri hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizinki ile benzerlik gösteriyor mu, önlerinde engeller var mı?
Evet, birtakım engeller var. Diğer tüm ülkelerdeki gibi Türkiye’de de durum aynı. Siyasi partiler içinde bir takım menfaat hesapları var. Çoğunlukla, kadınların aşması gereken bir cam tavan* olduğundan bahsediyoruz ancak aynı zamanda bir cam kapıdan da bahsetmemiz gerekiyor. Kadınlar eşikte duruyorlar. Kadınlar her zaman siyasette görünür değiller belki ama oradalar. Ve birçoğu da siyasetin içinde. Bu yüzden siyasi partiler, parti içindeki anlayışı, hâkim olan kültürü değiştirmek için gerçekten çaba göstermeli. Ancak bu olursa, kadınlar siyasi partileri içinde kendilerini evdeymiş gibi hissedebilirler. Aynı zamanda kadınlar bütün karar alma pozisyonlarında yer bulabilmeliler. Bence bu, birçok ülkenin ortak sorunu.
* Glass Ceiling Effect: Bir organizasyonda kadın ya da erkek veya azınlıkların üst yönetim basamaklarına çıkmasını engelleyen, ayrımcılık gibi görünmeyen engellerle baş etme durumu.
“Kadınların ekonomide aktif olarak yer alması, refahının ön şartıdır”
Türkiye deneyiminizden sonra toplumsal cinsiyet meseleleri açısından Türkiye’ye baktığınızda, Türkiye’ye özgü ne görüyorsunuz?
Bana göre Türkiye’ye özgü olan mesele, kadınların iş gücüne, ekonomiye katılımlarının düşüklüğü. 2016 yılındayız ve Türkiye’de kadınların ekonomiye katılım rakamları oldukça düşük, hatta Türkiye OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) ülkeleri arasındaki en düşük orana sahip. Bence bu durum Türkiye için oldukça ciddi bir sorun. Türkiye yeni bir ekonomik model hayata geçirmeyi düşünüyor ve ben, kadınların da bu modelin bir parçası olması gerektiğini düşünüyorum. Kadınların ekonomide aktif olarak yer alması, iş hayatına katılmaları, refaha erişmenin ön koşuludur. Türkiye gelişmiş bir ülke ve bence bu rakamlar farklı olmalı.
En çok altı çizilen konu Türkiye’de kadınlara yönelik şiddet ve belki de kadınların siyasette temsili. Ancak ekonomik katılım en göz ardı edilen meselelerden biri.
Evet, aslında bu meselelerin hepsi birbirleriyle ilişkili. Eğer kadınların ekonomik bağımsızlıkları yoksa, mecliste yer alma ihtimalleri oldukça düşük. Kadınların ekonomik güçlerinin, bağımsızlıklarının olmaması aynı zamanda kadına yönelik şiddetin de önemli sebeplerinden biri çünkü ekonomik bağımsızlıkları olmayan kadınların şiddet mağduru olmaları durumunda, bu duruma karşı gelebilme imkanları olmayabiliyor. Bu yüzden, bu konuların birbirleriyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bence kadınların ekonomik güçlenmesi daha birçok başka konu için de bir ön şarttır, kilit noktadır.
Türkiye’de kadın örgütlerine veya toplumsal cinsiyet temelli çalışan örgütlere baktığımızda, çoğunluğunun ekonomik konulara veya kadınların ekonomiye katılması konusuna odaklanmadığını görüyoruz veya genel olarak özel sektöre baktığımızda bir grup odaklanıyor gibi görünse de özel sektörün çoğunluğu bu konuyu ciddiye almıyor. Kadının ekonomiye katılımının düşük olması meselesinin üstesinden nasıl gelinebileceğini düşünüyorsunuz?
Kadınların ekonomik açıdan aktif olabilmeleri için gereken ön koşullardan biri de kendilerine sunulan, ulaşılabilir olan hizmetler. Türkiye’nin kreş hizmeti, yaşlı ve hasta bakım evleri gibi hizmetlerini geliştirmesi gerekiyor çünkü, şu hali ile, ücret karşılığı olmadan yapılan bu bakım hizmetlerinin yükü, olduğu gibi kadınların omuzlarında. Kadınlar bu bakımları üstlenirken, tabii ki kayıtlı ekonomiye aktif olarak katılmakta zorlanıyorlar. Başka bir konu, Türkiye için ilginç olan bir şey de kadınların yüzde 80’inin kendi banka hesaplarının olmaması. Eğer kendine ait bir banka hesabın yoksa kendi parana da erişimin yok demektir. Bu durum, elbette ki kadınların refahını etkiliyor, kadınların kendi paralarına erişim hakkı olmalı, tek başına bir birey olarak, bir yetişkin, bağımsız bir birey olarak…
“Kadınlar hem birer bağımsız birey hem de annedir”
Hükümetin kadınların ekonomik güçlenmesine karşı olan tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Çoğunlukla kadınların annelik rolünün altının çizildiğini görüyoruz.
Olay şu ki, kadınları ele alırken bazı rolleri birbirleriyle birleştirerek kadınları düşünmemiz gerekiyor. Kadınlar hem birer bağımsız birey hem de annedir. Birçok kadın anne olmak ister, fakat kadınlar sadece anne olmak istemez hem bir birey hem de anne olmak ister. Bu rollere, bu pozisyonlanmalara birlikte sahip olmak ister. Bu nedenle, bu rolleri nasıl birleştireceğimize bakmamız gerekir, bir rol diğerini hariç tutmamalı. 1982 yılında kadın partisini kurduğumuz zaman tam da buna karşı savaşıyorduk. Biz, her ikisi de olabiliriz! Toplumun aktif üyeleri ve anneler. Erkekler toplumun aktif bireyleri ve aynı zamanda baba olabiliyor. Çocuğu hem anne hem baba büyütüyor ve her ikisi de çocuğuna en iyisini vermekle sorumlu. Çocukların en iyi şekilde yetişmesi sadece kadınların sorumluluğu değil.
Bu durum İzlanda erkeklerini değiştirdi mi? Erkeklerin babalık rollerinde değişiklik oldu mu? Çocuğa bakmak ya da ev işleri yapmak gibi sorumlulukları almaya başladılar mı?
Evet, kesinlikle. Bu konuları konuşmaya 70’li yıllarda başladık ancak büyük sıçrama 80’lerde oldu, erkekler çocuk bakımı ile daha fazla ilgilenmeye başladı. Babalık izni hakkı çıktı ve erkekler babalık izinlerini kullanmaya başladı. Fakat bu babalar için bir rüşvet gibi değildi, gerçekten bu haklarını kullanmaya başladılar. Bunun bir sebebi de doğum izinlerinin şu şekilde ayarlanmış olmasıydı; anne için 3 ay, baba için 3 ay ve hem annenin hem de babanın bir 3 ay daha izin kullanma hakları vardı. Yani anne isterse 6 ay, baba da 3 ay doğum izni kullanabiliyordu. Fakat eğer baba kendi hakkı olan 3 ayı kullanmazsa, artı üç ay haklarını kaybetmiş oluyorlardı. Yani artı 3 ay hakkı, devredilebilir bir hak değildi. Baba 3 ay almaz ise ailecek o artı 3 ayı kaybetmiş oluyorlardı.
Yani, kadınların siyasete katılımı karar verme süreçlerini değiştirdi, demokratikleştirdi ve erkeklerin tutumlarını değiştirdi.
Bence erkeklerin de büyük oranda kazanımı oldu. Çocuklarıyla birlikte vakit geçirme ve onlarla daha yakın bir ilişki kurma fırsatı yakaladılar. Bence kazanımları büyük oldu.
“Yaşanan tartışmalar, bu hak kazanımlarının hiçbir zaman sonsuza dek kazanılmış zaferler olarak görmememiz gerektiğini farkına varmamızı sağladı”
Türkiye’de geçirdiğiniz zaman boyunca kadın meseleleri üzerinde birçok tartışma yaşandı. Hangisi sizin için en şaşırtıcı oldu?
Bana en zor gelen tartışma çocuk yaşta evlilik konusu oldu. Bir tarafta bununla ilgili açık bir mevzuat var fakat diğer yanda var olduğunu bildiğimiz çok sayıda çocuk yaşta evlilik söz konusu. Hatta konunun ciddiyeti ile ilgili zaman zaman tartışmalı mesajlara şahit oldum. Buna nasıl tolerans gösterilebildiğini anlamak benim için her zaman çok zordu. Genç kızlar kendilerinden yaşça büyük erkekler ile zorla evlendiriliyor. Bu kız çocuklarının herhangi bir karar verebilmeleri için yaşları çok küçük. Yani bu bir rıza değil. Genç bir kız ve yaşlı bir adam arasında son derece büyük bir güç farkı var. Gerçekten hiç mantıklı ve adil değil. Bu konu benim için en zor algılayabildiğim konu oldu. Bunun Türkiye’de yasal olmadığını biliyorum.
Ben Türkiye’deyken birçok tartışma yaşandı. Fakat şu da var ki, tartışmalar Avrupa ve Orta Asya bölgesi genelinde de yaşanıyordu. Yaşanan tartışmalar, bu hak kazanımlarının hiçbir zaman sonsuza dek kazanılmış zaferler olarak görmememiz gerektiğini farkına varmamızı sağladı. Türkiye mevzuat açısından birçok konuda oturmuş bir yapıya sahip. Son on yılda Türkiye’deki yasal çerçevede birçok gelişme yaşandı. Bence bu konudaki ilerlemenin hakkını vermek gerekir. Ama ne var ki, bu yasal çerçevenin uygulanıyor da olması gerekiyor. Mevzuatların uygulanmasında sıkıntı yaşayan ülke sadece Türkiye değil. Bu durumu Avrupa ve Orta Asya’da da görüyoruz. 20 sene önce Pekin Deklarasyonu ve Pekin Eylem Planı ile oluşturulmuş çatı, yasal çerçevenin bir parçasıdır, bu konudaki gerçek mirasımız, referansımız o olmalı. Cinsiyet eşitliğini sağlamak için birçok anayasa değişiklikğine, yasal düzenlemelere şahit olduk. Ancak uygulamada büyük boşluklar var.
Yani bir siyasi irade eksikliği mi var?
Bu alanda siyasi liderlik eksikliği var. Mevzuat var olabilir ancak bunu uygulamak için siyasi bir iradeye ve liderliğe ihtiyaç vardır. Bu oldukça önemli.
“Kadınlar değişimin asıl temsilcileridir. Bütün bunların arkasındaki itici güç kadınlar olmuştur”
Bu başarılarda Türkiye’deki kadın kuruluşlarının rolü olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, kesinlikle! Kazanımlarda her zaman kadınların rolü oldu. Şu anda toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda olduğumuz yerde olmamızın, başarılarımınız sebebi kadın hareketidir. Kadınlar değişimin asıl temsilcileridir. Bütün bu kazanımların arkasındaki itici güç kadınlar olmuştur. Bunu farklı yöntemlerle, farklı yollarla yaparlar ancak her zaman itici güç onlardır. Bunu birçok kez söyledim; güçlü, aktif ve görünür olmak için kadın hareketine ihtiyacımız var. Ancak meseleleri politik düzeye taşımak ve karar verme süreçlerini etkilemek için siyasetin içinden isteyerek, inanarak, gönülden bize destek veren bir müttefike de ihtiyacımız var. Bütün bunlar bir araya geldiği zaman, yani hem güçlü bir kadın hareketi hem de siyasi liderlikte bir müttefik, olaylar gerçekten hızlı gelişmeye başlar. Asıl zorluk siyasi liderlikte bir müttefik bulmaktır.
“Sürekli negatif şeylere odaklanırsanız insanlar sıkılır ve bunalırlar. Meselelere yaklaşmanın pozitif bir yolunu bulursanız daha çok insanı çekersiniz, daha çok insanı harekete geçirirsiniz”
Türkiye’deki kadın kuruluşlarının gündemlerine baktığımız zaman önceliklerinin hükümeti destekleyici ya da hükümete meydan okuyan bir tutumda olduklarını görüyoruz. Fakat siz Türkiye’nin en önemli meselesinin kadınların ekonomiye katılımları olduğunun altını çizdiniz. Kadınların ekonomik katılımını artırmak için özel sektör ile yakın temas kuran STK’lar ya da kadın kuruluşları görmüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
1982 yılında kadın hareketini başlattığımız zaman, bu durum İzlanda’daki toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine yapılan çalışmalarda bir çeşit paradigma değişimine sebep oldu çünkü karar verdiğimiz bir başka şey de meselelere olumlu tarafından yaklaşmaktı. Sadece olumsuzluklara odaklanmayacaktık, yaşadığımız zorluklara ve bu zorlukların, ayrımcılıkların, tüm olumsuz şeylerin kadınlar üzerinde ne kadar kötü etkisi olduğuna, sadece bu konulara odaklanmamaya karar vermiştik. Politik açıdan ya da herhangi bir açıdan kadınları ayıran birçok durum söz konusuydu. Biz, bizi ayıran konulara değil, bir araya getiren konulara odaklandık. Birçok ortak noktamız vardı; kreşlerin olmaması, doğum izinlerinin yetersiz olması, kadın ve erkek arasındaki ücret farklarının yüksek olması ve bizi bir araya getiren daha birçok konu… Bizi bir araya getiren konulara odaklandık. Savunuculuğumuzda da hep pozitif olduk, kadınlar eğer karar alma süreçlerine katılmazsa toplumun neler kaybedeceğini ve kadınların topluma olan katkılarını anlatmaya odaklanmıştık. Bunu pozitif bir yaklaşımla yapmak oldukça fazla enerji yaratmıştı. Çünkü sürekli negatif şeylere odaklanırsanız insanlar sıkılır ve bunalırlar. Meselelere yaklaşmanın pozitif bir yolunu bulursanız daha çok insanı çekersiniz, daha çok insanı harekete geçirirsiniz. Bu eleştiri yapmaya devam etmeyeceğiniz ve eleştirel düşünme tarafınızı kapattığınız anlamında da gelmez.
Türkiye’deki STK’ların da bu rolü oynaması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
İnsanlara neyi nasıl yapacaklarını söylemeye genelde çekinirim. Bizim kullandığımız yol buydu. Ve işe de yaradı. Fakat ülkeden ülkeye bağlam değişiklik gösterir ve sizin burada Türkiye’de uğraştığınız meseleler çok daha ciddi meseleler. Konu ne olursa olsun bizi ayrı düşüren şeylere değil birleştiren konulara odaklanmak, bunu da pozitif bir yolla yapmak her zaman güç verir.
“Türkiye’nin artık büyük adımlar atma vakti geldi ve bence Türkiye’nin buna ihtiyacı var”
Kadın meseleleri konusunda özel sektörü, kamu sektörünü ve sivil toplum sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özel sektörde çok fazla fırsat olduğunu düşünüyorum. Orada kadınlar için bir alan var gibi görünüyor. Ve özel sektörde kadınların katkılarının ne kadar önemli olduğuna dair bir anlayış da var. Şu anda, Türkiye’deki genel durum itibariyle birçok zorlukla karşı karşıya olsa da tabii ki çok güçlü bir sivil toplum var. Öte taraftan, Türkiye’deki siyasetin içinde birlikte çalışılamayacak, müttefik olmayan insanlar da var. Siyasetle ilgili olan şey de bu, güç temelli olması. Bu zaman zaman mücadele etmesi zor bir engel. Türkiye’de kadınlara 1935 yılında seçme ve seçilme hakkı tanındı. Başlangıç için çok umut vadeden bir durumdu bu. Ama her şey son derece yavaş gelişiyor. Ancak 2000 yılına geldiğimiz zaman bir artış gördük. Bu olumlu bir artış tabii ki ancak bu konuda atılan adımlar çok küçük. Türkiye’nin artık büyük adımlar atma vakti geldi. Ve bence Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Türkiye’de çok kutuplaşmış bir toplum var, toplumda çok fazla ötekileştirme var. Bence Türkiye’deki kadınların, bu politik atmosferi daha olumlu bir hale gelmesine katkıları olacaktır. Bu, Türkiye siyaseti için iyi bir adım olacaktır.
Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Türkiye’de geçirdiğim 3 yıl benim için çok güzeldi. Yaşananlara rağmen İstanbul’da kendimi hep güvende hissettim. Gerçekten hissettim. İstediğim her yere gittim ve hiçbir türlü tacize uğramadım. Hatta geçen gün bu cümleyi eşime kurdum. Tabi ki hatırı sayılır bir yaşa ulaştım, artık genç bir kadın değilim, ancak bu güvende olma hissini Avrupa’daki birçok ülkede yaşamadım. Türkiye’de sadece güzel ve iyi tecrübeler edindim. İstanbul’da buranın bir sakini gibi, sıradan bir birey gibi yaşadım. Toplu taşımayı kullandım, taksiye bindim, yürüdüm, tek başıma,korumasız bir şekilde hep gezdim. Burada olmak gerçekten çok güzeldi. Ve her yerde oldukça yardımsever insanlarla karşılaştım. Türkçe bilmiyorum ama idare ettim, insanlarla iletişim kurabildim. Türkiye’de yaşadıklarımdan çok şey öğrendim ve bu fırsata sahip olduğum için minnettarım.
Çeviri ve düzenleme: Şule Serter
Bizi Takip Edin