Defne Koryürek: İnsan kendi varlığını zehirlerken tabii ki balığı da zehirliyor
Tükettiğimiz yiyecekler içerisinde balığın önemi büyük. Peki balığın soframıza gelme sürecini biliyor muyuz? Bu süreci konuşmak için “Bu devirde yemek yemek mide ister” adlı gıda dosyası kapsamında Slow Food/Fikir Sahibi Damaklar Hareketi’nin lideri Defne Koryürek’le sohbet ettik. Koryürek balıkçılığın insanlık tarihindeki yerine de dikkat çekti. “Balık tüm insanlığın hayatta kalma mücadelesine önemli bir av olarak yerini […]
Tükettiğimiz yiyecekler içerisinde balığın önemi büyük. Peki balığın soframıza gelme sürecini biliyor muyuz? Bu süreci konuşmak için “Bu devirde yemek yemek mide ister” adlı gıda dosyası kapsamında Slow Food/Fikir Sahibi Damaklar Hareketi’nin lideri Defne Koryürek’le sohbet ettik. Koryürek balıkçılığın insanlık tarihindeki yerine de dikkat çekti.
“Balık tüm insanlığın hayatta kalma mücadelesine önemli bir av olarak yerini almıştır tarihte”
-Kendinizi ve çalışmalarınızı nasıl tanımladığınızdan bahseder misiniz?
Ben bir aktivistim. Slow Food’un yanısıra ekoloji ve gıda adaleti örgütlerinin içerisinde gıda üzerinden daha iyi, daha adil ve daha temiz bir dünyanın kurulabilmesinin yollarını arayan nispeten bulutsu bir kümenin içerisindeyim. Yazılar yazıyorum, ilham vermeye, insanların takip edip referans alabilecekleri iyi örnekler ortaya koymaya çalışıyorum. Genel itibariyle yaptığı her şeyi kayda geçirmeyi seven biriyim.
-Bu coğrafyada balığın yeri ve önemi nedir?
Bu coğrafyada balıkçılık önemli. İstanbul’da eğer 8000-8500 yıllık bir tarihe sahipse, ki bugün Yenikapı’da yapılan kazı çalışmaları bunu söylüyor bize, 8000-8500 yıl önce insanlar buralara gelmişler ve ilk yerleşkeleri kurmuşlar. Sebebi de buradaki denizin varlığ! Buradaki canlı hayatını, gıda bağlamında bir teminat görmeleri. Kazı çalışmalarına baktığınız zaman cins cins iğne ve olta ucu görürsünüz. Demek ki buradaki insanlar deli gibi balık avlamışlar, balıkla karınlarını doyurmuşlar. Burada, coğrafyanın bu noktasında bekalarından hiç endişe etmemişler, huzur içinde yerleşmişler.
Benzer durumu Anadolu’nun birçok yerinde görürsünüz. Sadece deniz kıyılarında değil, içerilerde de böyledir. Van Gölü’nün İnci Kefali bugün bile tüm av yasaklarına rağmen avcıların daha fazla avlamak için peşinde koştuğu bir balık. Daha güneye inecek olursanız; dinimizce çok makbul görülmese bile böcekler, örneğin Silifke tarafında karidesler ya da Anamur yönünde yengeçler… Her zaman yer etmişler coğrafyamızın gıda geleneğinde. Tabii çok eski çağlara kadar gittiğimizde, insanların tarımdan önce avcılık/toplayıcılık yaptığını düşünürsek balık tüm insanlığın hayatta kalma mücadelesine önemli bir av olarak yerini almıştır tarihte.
“Balıkçılık gelenekseldir. Balık çiftlikleri mühendislik işidir”
-Peki bu süreçte balıkçılığın evrimi nasıl şekillendi? Örneğin balık çiftlikleri bu evrimin neresinde sizce?
İnsanların tarıma geçisini biz 12-15 bin yıl diye (şimdilik) hesaplıyoruz. Bu geçişten sonra yerleşik hayat başlıyor. Elbette yerleşik hayata geçmeden çok önce de balıkçılık var ama yerleşik hayata geçtikten çok sonra, bugün dahi balıkçılık sürüyor. Yani deniz ürünleri söz konusu olduğunda avcı/toplayıcı geleneğimiz devam ediyor. Balık son yaban gıdamız, denilmesi önemli. Şuursuz iştahımız her ne kadar koşulları denizler aleyhine kurdu ve bugün yok olan balık çeşitlerini konuşuyor ve çözümler üretmeye gayret ediyoruz; artan insan nüfusunu avcılıkla bu saate kadar beslemiş bir balıkçılık geleneği de elbette bambaşka bir ilgiyi hak ediyor. Sıklıkla bu yok olan sucul kaynakların karşılığı gibi sunulsa ve “artan nüfusu sürdürülebilir bir üretimle beslemek” iddiasını tekrarlasa da, son 50 yıldır belki var olan balık çiftliklerini, buğday tarlalarına benzetip, balıkçılığın evrimi olarak değerlendirmek çok doğru bir kıyas olmaz. Bir evrim değil, bir sıçrama hatta bir çatallanma belki bu, zira balıkçılıkla balık çiftliği idaresi birbirine hiç bir göndermesi olmayan, benzerlik içermeyen iki gayret.
Balıkçılık dediğimiz zaman bir tekne, o teknenin üzerinde bir reis, o reisle beraber bir avın peşinde giden 20-25 tane tayfa, onların yeteneklerine, içinde bulundukları deniz, o denizin koşullarına ve o denizin ihtiva ettiği balıklara göre geliştirilmiş teknolojik araçlardan bahsediyoruz. Gelenekseldir. Avcılığın getirdiği her türlü parametreyi gözlemlersiniz: karar vermede esneklik, risk alma becerisi, rekabetçilik. Bankalar bu avcılara kolay kolay kredi vermez zira av, bir meçhuldür.
Balık çiflikleri ise bazen denizden toplanan balıkların (ton balığı) ve bazen de yumurtadan üretim balıkların (levrek, çupra) balık unu (yabandan avlanan ve tezgaha çıkartılması güç, yavru lüfer, yavru hamsi ve çaça) ve buna katılan bir enerji verici (sıklıkla soya, son dönemde genetiği değiştirilmiş soya elbette) ile, öngörülebilir bir modelleme eşliğinde semirtilmesi becerisidir. Her “toplu üretim” sahasında olduğu üzere hijyen, hastalık ve verimlilik gibi parametreleri vardır. Bir mühendislik işidir, temelinde. Bankalar kredi verebilir zira fizibilitesi yapılabilir, verimi hesaplanabilir bir üretim modeli olarak sistem tarafından kavranabilir değerlere sahiptir.
Gördüğünüz gibi, balık çiftlikleri ile balıkçılık birbirine dokunan ancak birbirinin evrimi diye konuşulamayacak kadar birbirlerinden farklı iki iştigal alanıdır.
Fakat balıkçılık nereye doğru evrildi diye sorarsanız eğer tarımdan çok farklı değil. Teknoloji daha fazlasını daha kolay yapmanın yolunu avcılığa da soktu. Kara sabanı ağ olarak değerlendirin, bugünkü traktörleri ve her şeyi tek başına götüren biçerdöverleri ise gırgır teknolojisi olarak değerlendirin; neredeyse 1 kilometre çeperinde ağ atabilen tekneleri, bu ağları artık kol kuvveti ile değil de emici hortum sistemleri ile alan muazzam deniz canavarları. Bütün bunlar teknolojinin geliştirdiği imkanlar. Yani “balıkçılığın evrimi” diye bir şeyden bahsedeceksek balıkçılığa aynı tarıma da dahil olan bir teknolojiden bahsediyor olmak gerekiyor. Yoksa balıkçılık her zaman için bir avcılık ve bu anlamda en ilkel yöntemlerimizin hala devam ettiği bir çaba.
“Balık çiftlikleri aslında bizim iştahımızın, tüketme ihtirasımızın karşılığı olan çözümler”
-Balık çiftliklerini balıkçılığa dahil etmek balıkçılığı küçümsemek anlamına mı geliyor?
Küçümsemek demeyelim de bugün konvansiyonel tarımla eski usul tarım arasındaki fark gibi bir farktan bahsedelim. İşin içine teknoloji girince yöntemler de değişiyor. Konvansiyonel tarım yaptığınız zaman sıklıkla bir mono kültür tarımı yapıyorsunuz yani 50 hektar boyunca tek tür domates ekiyorsunuz. Bu tabiata aykırı bir şey. Balık çiftlikleri de benzer. Denizin bir bölgesinde tek tür balık yetiştiriyorlar. Nasıl ki yaban ot çıkmasın, ürünü bol gören zararlı tarlaya dadanmasın diye zirai ilaç uygulanıyor ve verim çok olsun diye gübre atılıyor toprağa; denizde de benzer gayretler ve insana mahsus çözümler var elbette. Yem rasyolarıyla oynamaktan antibiyotik kullanımına, genetiğiyle oynamaktan, bir çupraya daha kolay ve daha fazla et bağlasın diye normalde asla karşılaşmayacağı, yemeyeceği soyayı yedirmeye kadar işi götürebiliyor. Denizde de, aynı karada olduğu gibi, bu şekilde daha çok ve daha ucuz üretilebildiği en büyük argümanı konvansiyonel üretimin. Dolayısıyla balık çiftlikleri aslında bizim iştahımızın, tüketme ihtirasımızın karşılığı olan çözümler. Daha ucuz, daha sık ve her an, her yerde, her şeyi satın alabilir olma arzumuzun karşılığı çözümler.
“Eğer Şubat ayında da illa domates yiyeceğim diyorsanız, domates üretiminde bir sürü alçaklığın gerçekleşmesi gerekir”
-Balıkçıların balığın sürdürülebilirliğini gözettiğinden ya da gözetmesi gerektiğinden bahsediyorsunuz. Peki bugün lüferin avlanma boyunun kısalması talebindeki mantık nedir? Balıkçılar bu sürdürülebilirliği neden gözetmiyor?
Açıkçası bunun konvansiyonel tarımdaki domatesten çok farkı yok. Yani siz eğer Şubat ayında da illa domates yiyeceğim diyorsanız, domates üretiminde bir sürü alçaklığın gerçekleşmesi gerekir: seralar kurmanız, gıda ve mevsim ilişkisini bozmanız, tohumu coğrafya ile değil sera şartları ve nakliye imkanları ile ilgili olarak seçmeniz, bu seralara, transferlere dünya kadar fosil yakıt pompalıyor olmanız, sürekli aynı ürünlerin ekilmesi sebebiyle bereketini yitiren topraklara kimyevi gübreler koymanız olmanız, hatta “toprak bitti, suda tarım yapalım bari” demeye başlamanız, suyun besleyiciliği için ilaç sanayiini devreye sokmanız ve bütün bu ürünleri üretirken hep daha az maliyet tasasında olacağınız için de emeğe minimum kaynak ayırmanız… Tümü büyük bir alçaklık. Bugün Şubat’ta domates yemek istemenin karşılığı Ortadoğu’da petrol ve su eksenli çıkan savaşları beslemek anlamına geliyor. Bunu bilerek yaptığımızı söylemek güç. Gıdamıza ilişkin bir şuur kaybı desek, belki daha huzurlu bir açıklama olur.
Ama aynı domateste olduğu gibi yaklaşıyorsak tüm gıdamıza… Yani “domates alıver gelirken” der gibi, Şubat ayında, “elbette çinekop yiyeceğim, sadece zenginler mi lüfer yiyecek?” diyorsak, bilerek ya da bilmeyerek (zira sonuç değişmez) alçak bir sistemi destekliyoruz demektir.
Benim çocukluğumda lüfere para verildiğini hatırlamıyorum. Giderdik, tutardık ve sahiden kolum kadar lüferlerle dönerdik eve. Buna para ödememiz gerekmezdi. Emek verirdik. Şimdi teknoloji çok daha fazlasını çok daha rahat avlamayı sağlıyor. Siz hala oltanızı atıp balık tutabilirsiniz ama 25 liraya, üstelik de pahalılanmış diye kızarak, bir kilo çinekop almak varken tezgahtan, şimdi kim uğraşacak üç lüfer çekmek için kıyıda, di mi ama? Aynı Ocak ayında enflasyonu sivribiberin tetiklemesine kızmamız ya da aynı dönemde pazarda patlıcanın fiyatının artışına öfkelenmemiz gibi.
Gıdamızın üretim ya da tezgaha geliş sürecine dair hiçbir şey bilmeyen tüketicileriz. Ekonomik sistem de bunu gerektiriyor zaten. Daha fazla domates üretilsin, her an satılsın der gibi, av mahsulünde de bir “daha fazlası” ve “daha ucuza” beklentisi hakim. Büyüme iştahın kamçılanması ile oluyor. Siz ciklet arzu edeceksiniz ki satılacak. Siz kışın da kahvaltıda salatalık ve domates yiyeceksiniz ki seralar üretecek. Siz lüfer pahalı diyeceksiniz ki daha fazla satması gereken avcı bol bol yavru lüfer getirecek ve siz de “çinekop buğulama yaptım” diye İnstagram’da paylaşacaksınız.. Sonra da ekonominin büyümesine rağmen neden fakirlediğimizi, neden savaşların devam ettiğini, neden denizlerimizin kuruduğunu çözmeye çalışacağız. İşin içinden çıkamayacağız.
Denizde tükeniş yeni değil. Derinleşti çatlak, o ayrı ama.. Hatta her yıl yapılan beyanatları Google’da aratırsanız göreceksiniz. Kabzımallar, balıkçı örgütlerinin, özellikle gırgır reislerinin örgütlerinin temsilcileri “Biz milletimize ucuz protein yediriyoruz. İnşallah bu yıl da bunu yapacağız.” şeklinde beyanatlarda bulunuyorlar. Kimsenin işi kimseye ucuz protein yedirmek değildir. Hayvansal protein tüketmenizin şart olduğu ne kadar gerçek bir iddia, ayrı bir tartışma meselesi. Kabzımalların bu beyanatları işin iç yüzünü nasıl gölgeliyor, bambaşka bir muhabbet. Fakat neticede herkes tezgaha bol ve “ucuz” balığı indirmek için uğraşıyor. Bu manada bence çok uzun zamandır balık zaten talan ediliyor. Yeni bir şey değil, son 50 yıl diyebilirim rahatlıkla. Güzelce tarafına giderseniz İstanbul Su Ürünleri Kooperatif Başkanı’yla (aynı zamanda Güzelce Kooperatifi’nin başkanıdır) konuşun. Barınaktaki 60 ve üzeri yaşdaki balıkçıyla sohbet edin, size anlatacaklardır. Civarda ne kadar çok pavurya tuttuklarını, satamadıkları pavuryaları daha sonra gömdüklerini ya da benzer bir şekilde uskumrunun çok olduğu yıllarda çiroz yapmak için kurutma tezgahları kurduklarını, satamadıkları fazlaları çöpe attıklarını söyleyeceklerdir. Son 6 yılın lüfer kampanyaları, keza. Balık yokoluyor, yavruyken avlanmasın dedikçe düşürülen avlanma boyları, denetimsiz bırakılan tezgahlar ve balıkçıların kazanç uğruna tezgahlara yığdığı çinekoplar… Bu, öngörüsüz, ölçüsüz avcılık bizi kuruyan bir denizle başbaşa bıraktı. Oysa bunların her biri birer canlı. Doğal yaşamın birer komponenti. Bir bütünün değerli birer ögesi. Eğer bir balığı, tek bir balığı olsun doğadan çekiyorsak, sahiden ihtiyacımız olduğu için çekmeliyiz.
Fakat ekonomimiz buna, bu yaklaşıma uyumlu değil. Alacağız satacağız ki ekonomi olsun, ekonomi büyüsün. Haliyle balık da (evet bir can, bu doğanın bizi biz yapan bir parçası) metaya dönüşmek zorunda. Peki bir balık kaç para eder?
Bu kadar çeşitliliğe sahip, bu kadar bereketli bir denizde hiçbir zaman avla ilgili bir fiyat çalışması yapılmamış. Hiçbir zaman denizdeki bir tane uskumrunun, bir tane lüferin ekosistemde karşılığı nedir, konuşulmamış. Hiçbir zaman teknesinin üzerindeki 20 tane tayfayla bir reisin yaşam standardı hesaplanmamış. Onlar çıkıp, av yapıp döndüğünde, o avın bedelinin ne olması gerektiği üzerine bir ölçü hiç tarif bulmamış. Sadece daha çok avlamanın daha çok kazanç olduğu düşüncesi hakim olmuş. Gıdanın ucuz olması gerektiği üzerinden bir argümanla talan hep makulleştirilmiş. Bir de avcılığın rengi var tabi, o giriyor işin içine. Bilirsiniz. Avcılıkta yarış vardır, kim daha çok avlanacak, kimin avı daha bereketli olacak, kim daha önce gelecek gibi bir rekabet… Netice, alabildiğine talan!
“İyi, adil ve temiz olmayan bir dünyada balığın ne kadar sağlıklı olduğunu değerlendirmeyi ben çok adil bulmuyorum”
-Gıdanın daha ucuz olması için uğraşıldığından bahsettiniz. Balığında bu motivasyonla avlanma boyu düşürüldü. Peki artık daha ucuz olan balık eskisine kıyasla ne kadar sağlıklı?
Bu konuşması çok kolay bir konu değil. Yani dünya temiz değil, temiz olmayan bir dünyada balığın temizliği, hijyeni veya içeriğinde neyin olup olmadığını üzerinden bir tartışmak çok adil değil.
Anneniz büyük ihtimalle benim yaşlarımda ya da benden biraz daha büyük. Kaç yaşında anneniz?
-47 yaşında
Yaşıtmışız. Büyük ihtimalle annenizin bir kadın olarak biriktirmiş olduğu yağ dokuda DDT ilacı vardır. Biz büyürken DDT yasal bir zirai ilaçtı. Tüm gıdanın üzerinde DDT’ye rastlanırdı. Şüphesiz yemiş ve biriktirmişizdir, vücudumuzda. Sizde ise çok büyük bir ihtimalle yoktur. Zira zaman içinde anlaşıldı ki DDT çok, çok tehlikeli. Bugün DDT kullanımı yasak. Bu koşullarda sizin yediklerinizde DDT olmaması beklenir. Ama anneniz eğer sizi emzirdiyse ve sizi emzirirken kilo verdiyse, ki verilir, verdiği kilolar yağ dokudandır, bu DDT açığa çıkmış ve süte karışmış olacaktır. Dolayısıyla DDT size, annenizin sütünden geçmiş olabilir. Bu durumda sizde de DDT bulunur. En temiz, en sağlıklı anne sütü daha böyle bir sistemde temiz kalamayabilir. Bu çok adaletsiz bir durum, evet.
Demek istediğim, iyi, adil ve temiz olmayan bir dünyada balığın ne kadar sağlıklı olduğunu değerlendirmeyi ben çok adil bulmuyorum. İnsan kendi varlığını zehirlerken tabii ki balığı da zehirliyor. Doğayı talan ederken dengeyi bozuyor. Biz en muazzam olan değiliz. Bizim en iyiye hakkımız yok. Yine de dönüp balığın hijyenini konuşuyor ve sürekli daha iyisini talep ediyoruz. Bu makul değil. Geri döndürebilmek gerekiyor dengeleri ki hakkımız olsun daha iyisine. Her şeyde, her alanda adalete ihtiyacımız var.
Dünyanın en lezzetli balığıdır lüfer. Ben ağzıma lüfer sürmeyeli 5 yılı geçti. Çünkü buna artık hakkımız olmadığına inanıyorum. Dünyanın en temiz, en güzel, en lezzetli ürünü dahi olsa 7 milyar insanız. Bu gezegenin baskın türüyüz. Artık bu denizlerden, tarımdan, bu çiftliklerden bahsedersek; yediklerimizin ölçüsünü değiştirmemiz gerekiyor. Doğayı bir “kaynak” olarak görmeyi bırakmamız, doğanın sadece bize ait olmadığının bilgisiyle elimizi eteğimizi çekiyor olmamız ve şimdi “kaynak” dediğimiz her bir komponentine bu ekosistemin hak ettikleri ilgi, özen ve hürmeti göstermeye başlıyor olmamız gerekiyor.
Balık bu manada ortamı iyileştirilmesi gereken canlıların başında geliyor. Biz İstanbul’da bunu çok önemsiyoruz, çünkü İstanbul Boğazı balık için önemli bir ekolojik koridor. Buradan geçerek Karadeniz’e gidiyor, buradan geçerek Marmara’ya dönüyor. Burası olmadığı takdirde onun döngüsünde bir parçalanma meydana gelir. Burada, İstanbul gibi Türkiye’nin çok önemli bir ekonomik, entelektüel ve akademik merkezinde İstanbul Boğazı’na azıcık ihtimam bile gösteremiyorsak, buradan geçmekte olan balığa ilişkin bir haysiyetli tavır inşa edmiyorsak geleceğimizin çok karanlık olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla İstanbul’da balık çok önemli. Balığa dair şuur açıklığı kazanmak İstanbul’un coğrafyasına uyanmak demek. Ekolojisine, bütünlüğüne.. Yoksa artık bugün yediğimizin sağlıklı olup olmadığı noktasından bakacaksak, belki de sahiden gıda güvenliği uzmanlarının önerdiği gibi çiftlik balıklarını tüketmekte fayda var.
-Fakat çiftlik balıklarında çok fazla antibiyotik olduğu söyleniyor
Antibiyotik kullanmayan çiftlik de vardır eğer tek derdimiz buysa. Bugün tavuk veya inek de yiyemezsiniz aynı kaygıyla. Antibiyotikli hayvan türleriyle zaten muhatapsınız. Gördüğünüz gibi birbiriyle ilişkili konular bunlar. Kendi vücudunuzda biriktirdiğiniz zehirden başlayın, yediğiniz diğer şeylerdeki antibiyotik ve ilaç kalıntılarından devam edin…
“Gıda, adaletin tesisinde hukuktan çok daha etkin ve öncelikli pratik alanıdır”
-Adil gıda, adalet gibi kavramları sık sık kullandınız. Burada gıdaya adil ulaşımdan mı bahsediyorsunuz yoksa gıda için adaleti mi söz konusu ediyorsunuz? Şöyle sorayım; kimin için adalet?
Adalet çok katmanlı bir şey. Balıktan bahsedelim; kıyıya indiniz, oltanızı denize attınız, eve götüreceğiniz balığın peşindesiniz. Balığı tuttunuz ve eve döndünüz, çoluğunuzla çocuğunuzla beraber yiyeceğiniz gıdayı temin ettiniz. Bu adil bir ilişkidir. Deniz orada, o çabayı gösterdiniz, çektiniz ve aldınız. Tam size kadar aldınız, fazlasını alıp biriktirme peşine düşmediniz. Alıp satmak için değil çocuklarınızı doyurmak için götürdünüz. Bu gayet adil bir ilişki. Şükretmelisiniz. Ancak siz insanların başka işlerle uğraşmasını istiyorsunuz. Yemek peşinde koşmasınlar deyip bir iş bölümü yaptınız. Bir kısmı bankacılık, bir kısmı öğretmenlik, bir kısmıysa balıkçılık yapıyor. Balıkçının bu koşullarda aynı avukatın, taksi şoförünün ya da maden işçisinin olduğu gibi bir iş tarifinin olması lazım. Bu iş tarifi içerisinde iştigal ettiği bütün alanlarla ilişkisinde bir adaleti tesis etmeliyiz. Nedir o? Denizle, ekolojiyle arasındaki adaleti konuşmamız gerekiyor. Teknesinin üzerindeki adaleti, yani tayfasıyla arasındaki adaleti konuşmamız gerekiyor. Bu balık hale indi, halde kabzımalla arasındaki adaleti konuşmamız gerekiyor. Kabzımal balığı diyelim ki süper markete sattı, oradaki adaleti konuşmamız gerekiyor. Ve bütün bu süreç içerisinde en son nokta artık tüketiciye ulaştığı noktadır ve oradaki adaleti tesis etmemiz zaten kolaylaşıyor. Örnek vereyim; eğer siz denizinizden adil miktarda balığı çekmeye karar verirseniz bu çok ciddi bir ön çalışma yaptığınız anlamına geliyor. Yani siz ilk olarak denizdeki üretkenliği, balık çeşitliliğini, balıkların üreme dengesini biliyorsunuz. Stok takibi yapabiliyorsunuz demektir. Güzel. Yani lüfer avlayacaksanız denizde ne kadar lüfer var bildiğiniz gibi o lüferin bir orkinosun ve yunusun da yemeği olduğunun farkındasınız. İnsan yemeği olmadan çok önce orkinos ve yunusun yemesi gerektiğini bilerek lüferi çekmeye karar verdiniz. Dolayısıyla çekilebilir lüfer sayısı belli. Teknenin üzerindeki maliyetler belli, bunun üzerinde çalışan insanların yaşan standartlarını sağlayan bir minimum ücretin tarifinin olması lazım. Bu tarifin üzerindeki harcamalar göz önüne alınarak denizden çekilecek belirlenmiş miktardaki lüferin bir taban satış fiyatının belirlenmesi gerekiyor. Bu taban fıyatını çıkarttıktan sonra bakmak gerekiyor; araya kabzımal, süper market girdiğinde hala ulaştığı fiyata bakmak gerekiyor tüketici için de bu satın alınabilir bir rakam mı diye. Bütün bu süreç içerisinde kimsenin satın alamayacağı bir fiyata çıkıyorsa lüfer, adaletin aksadığını fark etmeniz gerekiyor. Buradaki adaleti bozan şey büyük ihtimalle para, yani adil bir döngüde balıkçı da balık da, tüketici de eşit ise.. bunu hele para ile ölçmek derdindeyseniz, yükün ciddi kısmı tüketiciye düşecektir. O zaman bunu nasıl dengeleyebilirim diye bakmanız gerekiyor. Nedir o? Mesela kabzımal ve süper marketler saf dışı edilmeli ve balıkçıların kooperatif usulüyle çalışması ve balığı kendi açtıkları tezgahta satıyor olmaları gerekiyor. Zor değil. Mümkün. Böyle böyle adalet tesis olur. Bütün bunların olabilmesi için bir de herkesin şeffaf bir şekilde gözleyebiliyor, adaletin nasıl kurulduğunu öğrenebiliyor ve tekrar edebiliyor olması gerekiyor. Çünkü insan kendine dönük bir canlı ve bu kendine dönüklüğünü her noktada gerçekleştirebileceği için adaletin esas olduğuna toplumu ikna etmeniz, bu yönde eğitmeniz, süreçleri şeffaflaştırarak onların buradaki adalete ikna olmasını sağlamanız ve bu sistemin işlemesi için toplumun rızasını ve çabasını da bu işin içine katmanız gerekir.
Gıda, adaletin tesisinde hukuktan çok daha etkin ve öncelikli pratik alanıdır.
“Eğer sizin yediğiniz balık adaletli bir usulle avlanmıyorsa, onu tutan avcısını beslemiyorsa günün sonunda sizi de beslemeyecektir”
-Peki tüm bu saydıklarınız yani balıkçı, kabzımal, süpermarket ve tüketici bu adaletin tesis edilmesini neden önemsemeli? Örneğin tüketicinin gıdaya adil bir şekilde ulaşma haritasındaki yolu takip etme motivasyonu ne olmalı?
Aslında bu motivasyon herkeste var. Yani adını adalet koymuyor ancak herkes çocuğu olduğunda ya da annesi hastalandığında onlara daha iyi gıda yedirme gayretine giriyor. Çünkü bu gezegenin üzerinde var olan canlılardan hiçbir farkımız yok. İster sinek olun, ister çimen olun, ister yaban domuzu, ister insan… Hiç fark etmez. Tüm bu canlıların karakteristik çok basit iki motivasyonu var. İlki karnını doyurmak. Karnını doyuracak ki bu gezegen üstündeki varlığını devam ettirecek, ikincisi kendine uygun bir eş bulup üreyecek ki, gezegen üstünde türünün varlığı devam etsin. Bu iki basit dürtü bize aslında gıdayı ve üremeyi çok ciddi bir şekilde, seçerek ve bilerek yapmamız gerektiğini söylüyor.
Eğer sizin yediğiniz balık adaletli bir usulle avlanmıyorsa, onu tutan avcısını beslemiyorsa günün sonunda sizi de beslemeyecektir. Bir kutu UHT süt bugün 3-4 lira. Bu sütün, çiğ halde litresi, üreticisine 1.4 liraya maloluyor. Karsız. Saf maliyeti bu. Size sütü UHT hale getirip satan süt sanayiicisi çiğ sütü maliyetinin altına alıyor, 1.2 liraya. Yani çiğ süt üreticisinin litre başına 20 kuruş zarar ederek bu sistemi desteklemesini bekliyor. Diğer yandan, sütün litre maliyetinin düşmesi için büyük çiftlikler kurulması destekleniyor. Bu büyük çiftlikler inekleri suni döllemeyle (bir tür mekanik ırza geçiş, aslında) her an süt veren kılıyorlar. Çoklu sayıda hayvanın bir arada olmasının getirdiği tüm hastalık tasaları, merasızlık, üretim bandında süren bir yaşam derken evet, üretine sütün miktarı daha da önemli oluyor ve enerji verici soya ile mısır giriyor yeme. GDO bir katmanı sadece bu yemlerin. Biz ise, sokaktaki sütçinün sütünü ya beğenmiyor, ya pahalı buluyor, marketten süt alırken de 3-4 lira yelpazesinin mümkün olan en alt ucundaki sütü almayı seçiyoruz. Neticede de hayvancılığımızda sorunlar bitmiyor. İçtiğimiz sütten memnun kalmıyor, yoğurdu beğenmiyor ve peynirden şüphe ediyoruz. Yani her katmanda var olan adaletsizlik günün sonunda bize vuruyor.
“Sivil toplum problemi ilan edendir, problemlere dikkati çekendir”
-Bahsettiğiniz adaletli gıda tesisini sağlamak için tüketiciden üreticiye düşen rolleri tanımladınız. Sivil topluma bu süreçte düşen rol nedir?
Sivil toplum mehdi değildir. Kurtarıcı, çözüm üretici değildir. Sivil toplum şeffaflaştırıcıdır. Sivil toplum problemi ilan edendir, problemlere dikkati çekendir. Tartışma tetikler. Demokrasinin önemli parçasıdır. Bu bağlamda eğer sivil toplum reyimizi verdiğimiz vekillerin, bizi yönetme sorumluluğunu teslim ettiğimiz hükümetlerin ilgisini çekemiyorsa, onlarla bir muhabbete giremiyorsa, itirazlarını duyurabilmek için var gücüyle çalıştığı halde hep düz duvarlara çarpıyorsa… çözüm sorumluluğunun sivil toplumda olduğunu söylemek yanlış olur. Bütün çözümler uzlaşıyla olur ve uzlaşı muhabbeti gerektirir.
-Sivil toplum hep önerdiğine göre sizin adaletli gıda tesisine dair önerilerinizi öğrenebilir miyim?
Bu soruya cevabı yukarıda verdiğimi düşünüyorum: adaleti her katmanıyla gıdada etüd ederek!
*Kapak görseli: Marsel Çavuş
Bizi Takip Edin