Etyen Mahçupyan Sivil Sayfalar’a konuştu: “Siyaset toplum olmayı engelliyor”
Gazeteci Yazar Etyen Mahçupyan, AK Parti’nin 15 Temmuz darbe girişiminin önlenmesiyle oluşan istikrar ortamını daha kuşatıcı bir değişim için kullanmak yerine toplumun ancak yüzde 50’sinin onaylayacağı bir anayasa değişikliği önerisi getirerek istikrarsızlaşmaya alan açtığını belirterek, “AK Partili olarak, bu taslağın doğru bir taslak olmadığını ve AK Parti’nin kendi bindiği dalı keseceğini düşünüyorum.” diyor. “TÜRKİYE […]
Gazeteci Yazar Etyen Mahçupyan, AK Parti’nin 15 Temmuz darbe girişiminin önlenmesiyle oluşan istikrar ortamını daha kuşatıcı bir değişim için kullanmak yerine toplumun ancak yüzde 50’sinin onaylayacağı bir anayasa değişikliği önerisi getirerek istikrarsızlaşmaya alan açtığını belirterek, “AK Partili olarak, bu taslağın doğru bir taslak olmadığını ve AK Parti’nin kendi bindiği dalı keseceğini düşünüyorum.” diyor.
“TÜRKİYE AİDİYETİ AZALIYOR”
PODEM’in Türkiye’de Gençliğin Siyasallaşma Biçimleri: Kesimler Arası Bir Karşılaştırma raporunu Sivil Sayfalar’a değerlendiren gazeteci-yazar Etyen Mahçupyan, Türk milliyetçisi olarak tanımlayan gençlerin dışındakilerinin Türkiye aidiyetinin azaldığını belirtiyor.
– PODEM’in Türkiye’de Gençliğin Siyasallaşma Biçimleri: Kesimler Arası Bir Karşılaştırma raporuyla başlamak istiyorum. Türkiye’nin bitmez bir ötekilik meselesi var; bu raporun ışığında gençlerin ötekilik algısı üzerine neler söyleyebilirsiniz? Benim izlenimim Alevi gençlerin ötekiler konusunda geçmiş yıllara göre biraz daha toleranslı durumda olduğu…
Bunu Aleviler, Kürtler ya da İslamcılar değil de şöyle ayırabilme şansımız var. Her birinin içerisinde olayı daha ideolojik görenler var. Bir de olayı kendi bireysel maceralarının içinde yaşayanlar var. Daha ideolojik görenler için daha katı yargılar ve bu yargılardan giderek sorun ve çözüm tanımlamaları söz konusu. Ayrıca bunların hepsi ideolojik terimlerle yapılıyor. Böyle olunca ötekileştirme meselesi de kategorik hale geliyor. Yani bir büyük grup veya devlet vs. üzerinden birbirini ötekileştirme meselesi var. Dolayısıyla kimin ideolojisi daha kuvvetliyse orada daha çok ötekileştirme görülüyor. Kürtlerde bu tür davranış Alevilere göre daha çok. İslamcı gençlerde de Alevilere göre daha çok. Alevilik köyden kente gelmenin getirdiği savrulma ve bireyselleşme sonrasında bir ‘meseleye’ dönüştüğü için çok fazla farklılaşarak, çoğullaşarak büyüyor şu anda. O zaman da bunların içinde çok ideolojik bakanlar olduğu gibi, geniş bir yelpaze de mevcut. Hiç bir şekilde ideolojik görmeyen, olayı kendi bireysel macerasının parçası gibi gören insanlar da var. Dolayısıyla böyle bakıldığında bir bütün olarak ele alındığında istatistiki olarak, Alevilerin daha yumuşak ve daha geniş bir çerçeveden baktığını söylemek mümkün.
– Peki birbirleriyle ilişkiler nasıl, konu gençlik olunca gelecekte bizi nasıl bir toplumsallık bekliyor, mekân ve zaman üzerinden de düşünürsek ?
Birbirleriyle ilişki kurma hali de kendi içinde kapanma hali de görülüyor. İkisi bir arada gidiyor. Çok karamsar olmamakta fayda var. İçe kapanma, kendine benzeyenlerle beraber olma bir ihtiyaç. Ve büyük kentlerde daha da büyük bir ihtiyaç… Orada bir tehdit ortamında yaşadığını hissediyor insanlar. Gençler özellikle hissediyorlar. O zaman da o cangılın içerisinde kendilerine yakın insanlarla beraber, onlarla dayanışarak durmak, bunun kendine has mekânlarını üretmek, o mekânlarda buluşarak bir tür ritüelimsi şekilde kendi kimliğini yeniden yeniden yaşamak, bütün bunlar birer ihtiyaç. Ama öte yandan da aynı büyük mekân ve kentlilik süreci kozmopolit noktalar da üretmiş durumda. Söz konusu kozmopolit iç merkezlere gelindikçe kimliksizleşmek mümkün hale geliyor. Ve bu da çok önemli bir imkân.
– Herkes için geçerli mi bu imkân?
Hayır, bu imkân yüksek eğitimi olanlar, maddi durumları iyi olanlar, ailesi buna teşvik edici olanlar için daha fazla diyebiliriz. Burada sosyolojinin çok önemli hale geldiğini görüyoruz. Büyük kentlerden geriye doğru çekildiğimiz zaman yine iki grup birbiri ile çelişki yaratmayan bir uyum halindeler. Çünkü şöyle söyleyelim kendine ait hissettiği bir kentte yaşıyorsa kişi mesela, bu Kürtler için Diyarbakır, Hakkari olabilir, bütün şehir kendi ailesi gibi. Evden çıkmamış gibi yaşıyor o şehrin içerisinde. O zaman içe kapanma ihtiyacı duymuyor. Ama bu kez bireyselleşme şansı da bulamıyor. O yüzden içe kapanmayla bireyselleşme denen şey birbirine zıt ama aynı anda birbirine paralel giden iki süreç. Burada da şöyle bir tehlikeye dikkat çekmek gerekebilir. Aynı kimlik içinde de bir parçalanmayı ifade ediyor. Bir başka tür ayrışmayı ifade ediyor. Ama bu tür bir ayrışmanın illa olumsuz olacağını bilmemiz mümkün değil şu aşamada. Hem hangi etken ağır basacak bilmiyoruz hem de iki grup arasında farklı ve yeni etkileşim kanalları açılacak mı onu da bilmiyoruz.
“ADALET ARAYIŞI KİMLİKLERİ BAŞKA TOPLUMLARIN PARÇASI OLMAYA YÖNLENDİRİYOR”
– Bu araştırma özelinde değil genel olarak gençlerin aidiyet hissiyatıyla ilgili kırılma yaşandığı bir süreçteyiz. Gitmek isteyen de kalmak isteyen de kendini dış dünya üzerinden temellendiriyor. Siz nasıl görüyorsunuz bu durumu?
Kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlayanların dışında Türkiye aidiyeti azalıyor. Daha geniş coğrafya ve daha geniş kimliksel temeller üzerinden bir adalet arayışı var şu anda. Bu da başka ülkelere başka toplumların parçası olmaya doğru gitmeye teşvik edici bir şey. Bu dönemde artacaktır, öyle görünüyor. Türkiye’nin kendi sorunlarını çözemediği ve kendi içinde kırılmalar yarattığı ölçüde bu gidişin artacağını düşünüyorum. Öte yandan biraz önce bahsettiğimiz imkân konusuna dönersek: bunu kim başarabilecek diye baktığımızda, ancak vasatın üstünde imkânlara sahip olanlar başarabilir. Dolayısıyla her kesimde her kimlikte vasatın üzerinde olan gençlerin daha küreselleştiği buna karşılık vasatın altında olanların bizde, Türkiye’de kaldığı bir sürece doğru gidiyor olacağız. Bu da Türkiye için hayırlı bir haber değil.
– Gündemde anayasa değişikliği, başkanlık sistemi ve referandum var? Evetçiler ve hayırcılar olarak bölündü bu kez ülke? Siz hangi taraftasınız diye sorsam?
Evet iki görüş var. Ak Partili(ci) görüş referandumda evet çıkmasını, bir Türk tipi başkanlık rejimine geçilmesini istiyor. Cumhurbaşkanını çok yetkili kılan bir model bu. Bir de Ak Parti karşıtları var. Onlar da referandumun geçmemesini istiyorlar. Bir kısmı AK Parti istiyor diye, bir kısmı da bunun çok otoriter bir yönetim ortaya koyacağını düşünerek. Benim pozisyonum ikisi de değil. Ben bunun Ak Parti için kötü olacağını düşünüyorum. Yani ben bir AK Partili olarak bakarak bu taslağın doğru bir taslak olmadığını ve Ak Parti’nin kendi bindiği dalı keseceğini düşünüyorum.
“KURALLARINDA ANLAŞAMADIĞINIZ BİR OYUNU OYNAYAMAZSINIZ”
– Bu aynı zamanda ülke için de kötü demek değil mi?
Tabi Türkiye için de zarar vereceğini düşünüyorum. Çünkü ben zaten Ak Parti’yi Türkiye’ye yarar getirecekse anlamlı görüyorum. Değişikliğin niye zarar getireceğini düşünmemin sebebi basit. Bu referandum bir anayasa taslağı oylatıyor. Ve bir anayasanın ancak yüzde 80’ler veya üstü oyla değişirse bir sonraki dönemde istikrarlı bir düzenleyici işlevi görme şansı var. Yüzde 50 ile bir anayasa değişikliği yaptığınız zaman zaten oyunun kurallarına itiraz eden bir diğer yüzde 50 üretiyor ve onlarla yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Oyunun kurallarında anlaşamadığınız bir oyunu oynayamazsınız. Bu anlayışla bir ‘toplum’ da kuramazsınız. Halk giderek ayrışmaya devam eder. Bunun üstüne bir de yüzde 50 ile başkan seçeceksiniz. Yani oyunun kurallarında anlaşamadığınız gibi o başkanın kim olacağında da anlaşamamış durumdasınız. Sonra da o başkanın bu Türkiye’yi yönetmesini bekleyeceksiniz. Ben şimdiden söyleyeyim, kim olursa olun o kişi hiçbir şekilde Türkiye’yi yönetemez. Türkiye giderek yönetilemez hale gelir ve ekonomiden siyasete, sosyal ilişkilerden kültüre tamamen kontrolden çıkar. Bu da çok daha cebri tedbirlerin alınmasını gerektirir. Bir süre sonra toplumsal kesimler arası konuşma şansı bile ortadan kalkar. Ak Parti’nin böyle bir duruma ihtiyacı yoktu. Dört yıl seçimsiz bir dönem vardı. Tamamen istikrar dönemiydi. Bu istikrar dönemini daha kuşatıcı bir değişim için kullanacağı yerde Ak Parti şu anda Türkiye’yi istikrarsızlaştırma noktasına getirmiş oldu.
– Bu istikrar darbe girişimiyle sabote edildi ama. Ve sistem değişikliğinin de bu gibi sabotajlara karşı yapıldığı söyleniyor. Yani sistem değişikliğinin istikrar getireceği söylemi var.
Tam tersine, darbe olmasaydı ve bu FETÖ’cü örgütlenme devlet içinde varlığını devam ettirseydi anormal bir istikrarsızlık olacaktı Türkiye’de. Nitekim bunun işaretini örneğin KCK davalarında gördük. Yani FETÖ’cülerin güçlü olduğu alanlarda hükümete rağmen hükümete karşı davranışlar sergilediklerini biliyoruz. Bunun devam etme ihtimali çok güçlüydü o koşullarda. Darbeye kalkışarak kendileri için büyük bir hata yaptılar. Ama bu Türkiye’nin istikrarına orta vadede katkı sağladı. Darbenin engellenmesiyle beraber AK Parti yanına tüm toplumu alarak, Türkiye’yi yeniden doğru anlamda istikrarlı bir çizgiye oturtma şansı yakaladı. O yüzden de bunu bir fırsat, bir lütuf olarak görmek mümkün. Ama siz o noktada bu anayasa değişikliğini getirdiğiniz zaman, Gülenci darbenin yaratmış olduğu lütfu elinizin tersiyle kenara itmiş oluyorsunuz. Çünkü ülkeyi yeniden kabaca ikiye bölüyorsunuz. Ve öyle bir şekilde ikiye bölmüş oluyorsunuz ki arada ortak bir uzlaşı çizgisi üretme şansı bırakmıyorsunuz. Bunun çok akıllıca olduğunu düşünmüyorum. Uzun vadede Ak Parti’nin Türkiye için anlamı ve öneminin yıpranmasına neden olacak bir adım olacağını düşünüyorum.
– Anayasa hep bir üst uzlaşma belgesi ve eşit yurttaşlık sağlamanın teminatı olarak görüldü. Ve o yüzden vesayetçi sistem ve yurttaşlar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırması isteğiyle yeni anayasa ihtiyacı vurgulandı. Şimdiki duruma bakarsak hem yapılma biçimi hem de içerik olarak toplumsal ihtiyaçlara uygun bir değişiklikten söz edebilir miyiz?
Gerçekçi olarak bakarsak bu gerçek anlamda bir anayasa değişikliği falan değil. Bu Türkiye’de yürütme erkini elinde tutan parti ve liderinin, kendi hayalindeki yürütme erkini oluşturmak üzere attığı bir değişiklik adımı. Bilindiği üzere de, bir başka partinin desteğinin alındığı noktada hayata geçirildi. Dolayısıyla başka hiçbir şeyi etkilemeden sadece yürütmenin yasama, yargı ve genelde bürokrasi karşısındaki gücünü, etkinliğini, baskısını, ağırlığını arttırmaya yönelik bir adımdan söz ediyoruz. O yüzden de bunu gerçek anlamda reformist bir bağlama oturtamayız. Buna ‘reform’ adını verme şansımız yok. Pratik bir ihtiyaca binaen yapılmış bir düzenleme… Değişikliğin sonucunda gelinecek noktada iktidar alanı daha çok daralacağı, daha az paylaşımcı olacağı için bu değişikliğin hak ve özgürlüklere olumlu anlamda etki etme şansı az ve eski sisteme göre bir ‘gerileme’ potansiyeli ima ediyor. Eski sistem kaotik unsurlara sahip olsa bile, ister istemez etkileşime, bir şekilde karşıtı fikirlerin yan yana gelmesine yol açıyordu. Onların çarpışmasıyla toplum için görünür bir algılar, duruşlar, tezler dünyası ortaya çıkıyordu. Tasarı referandumdan geçerse artık öyle bir şey olmayacak. Çok büyük ihtimalle mecliste çoğunluk partisini elinde tutan ve dolayısıyla yaptırmak istemediği hiçbir şeyi yaptırmayan bir parti olacak. O parti iktidarda hem yargı hem bürokrasi üzerinde yetkin bir biçimde denetim sağlarken, buna karşılık kendisi hiç bir şekilde denetlenemeyecek. Kendisince doğru olan neyse onu yapacak ama hesap vermeyecek.. Kimseye de danışmayacak. Böyle bir modelden hak ve özgürlük genişlemesi çıkma ihtimali pek yok.
– Anayasa değişikliğinin Türkiye’nin beka sorunu üzerinden temellendirilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’nin beka sorunu gibi bir meselesi yok. Türkiye’yi hiç kimse bölemez, parçalayamaz. Zaten Türkiye’yi bölmek ve parçalamak istemek bile bir tür geri zekalılık. Büyük devletler olarak görülen ABD ve Rusya’nın, ya da diğer hiçbirinin işine gelmez böyle bir durum. Çünkü böyle güçlü bir ülkenin yaşayacağı krizle, o gücün ortadan kalkmasının yaratacağı kaosla başa çıkmaları mümkün değil. Türkiye’nin bir beka sorunu varmış gibi gösterilmesinin sebebi bir olağan üstü durum atmosferine ihtiyaç duyulması. Bu türden psikolojik ortamlarda olağan üstü çözümlerin zorlanması da daha kolay olabiliyor…
“SİYASET TOPLUM OLMAYI ENGELLEYEN BİÇİMDE İLERLİYOR”
– Bu da bizi medyaya getiriyor aslında. Hem reform olarak gösterilmesi hem de bunun bir beka sorunundan kaynaklandığı gibi algılar medyanın dizaynı ve oradaki savaşlarla ilgili. Medya en temel görevi olan haber vermeyi, iletişimi bırakmış sizin deyiminizle ‘müptezel’ bir propaganda aracı olmuş durumda. Bir yandan da sürekli savaş halinde Son haftalarda bu savaşlarda çok rahatsız edici bir şekilde hedef seçilen biri olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya, bizzat o medyadan birinin bir zaman önce söylediği gibi, gazetecilerden değil ‘savaşçılardan’ oluşan bir alan. Bu alan büyük çapta ideolojik savaşçıların elinde… Medya toplumsal bilgi üretme, o bilgiyi yayma, kamusal alanda ve devletin iç mekanizmasında yapılmış ve yapılacak olanların bilgisini halka ulaştırma vs gibi çok önemli fonksiyonlara sahip. Ancak şu an medya bunları yapamıyor. Yapmıyor, yapmak istemiyor, yapmaktan çekiniyor… Böyle olduğu zaman demokrasinin çok önemli ayaklarından biri de zaten yok hale geliyor. Sizinle ilgili kararların alındığı bir kamusal alan var ama o alanda gerçekte ne olup bittiğine dair güvenilir bilgiye ulaşamıyorsunuz. Çünkü söz konusu alanı sürekli manipüle eden bir medya anlayışı söz konusu… Kime inanacağınızı bilmiyor, vatandaş olarak daha da yabancılaşıyorsunuz. Ancak kendi içinize kapanarak bir siyasi pozisyon alabiliyorsunuz. Kendi içinize kapanmak ise, çoğu zaman kimliklere kapanmak, yani iletişimsizlik demek… Bu da aslında toplum olmaktan çıkmak demek… Dolayısıyla o çok kullanılan ‘milli’ kelimesinin de altı tamamen boş Türkiye’de. Siz daha toplum olamamışsınız ki, nerede millet olacaksınız. Türkiye’de siyaset, toplum olmayı engelleyen bir biçimde ilerliyor. Medya da bunun en önemli ayaklarından biri.
– Bu sadece medyanın dizaynı edilmesiyle ilgili değil medya çalışanları da isteyerek bu savaşın tetikçisi durumunda…
Bir tarafta talep varsa arz ona göre şekillenir. Böyle bir medya isteniyorsa, ona uygun insanlar medyaya girer ve beklenen davranışları sergiledikleri ölçüde de yükselirler. Ne var ki bu davranış kalıpları sonuçta medyayı bir bütün olarak yozlaştırır. Maalesef bu noktaya Ak Parti içindeki bir değişim dinamiği sonucu geldik. Ak Parti’nin kendine yakın bir medya kurmasının anlaşılır bir nedeni vardı başlarda. Çünkü Ak Parti karşıtı olan medya son derece gayrı ahlaki bir tutum izliyordu. Bununla mücadele etmek için medyada etkin olmak önemsendi ve Ak Parti kendi medyasını kurdu. Ama siz kendi medyanızı kurarken kaliteye, seviyeye dikkat etmek durumundaydınız. Gazeteciliği doğru yaparak başarılı olabilirsiniz ancak. Ama öyle olmadı. Giderek tam tersi oldu ve işin savaş mantığı öne çıktı. O zaman da medyaya bir oportünist dalga girdi. Nabza göre şerbet vererek, pespayeleşerek, gazeteciliği bir tür manipülasyon ve kampanya faaliyetine çevirdi. Şimdi de sanki bu pespayeliğe itiraz Ak Parti’ye itirazmış gibi göstermeye çalışıyorlar.
– Bu durum sadece medya meselesi olarak gösterilebilir mi? Yani savaşın sebebinin siyaset eksenli olduğunu düşünürsek?
Ak Parti kendi niteliklerini kamusal alana taşıyacak yetenekten yoksun şu anda. Ak Parti’nin seviyesinin bu olmadığını 15 yıllık geçmişe doğru bakarak biliyoruz. Ne kadro, ne fikir, ne davranış ve ne de ahlak kalıpları olarak bu değil. Ama şu anda Ak Parti’yi bu dar kadro temsil ediyor ve partiyi her anlamda bir bütün olarak aşağıya doğru çekiyor. Burada sorumluluk Ak Parti’nin kendisinde. İnsanlar sizi suistimal ediyor diye suçlayamazsınız. Suistimale izin vermeyeceksiniz. Eğer veriyorsanız suistimali istiyorsunuz demektir. Maalesef Ak Parti bu seviyesizliğin bedelini yüklenmek zorunda kalacak. Eğer referandum geçmez ise bunun sebeplerinden biri bu durum olacak. Çünkü referandumda kimin ne yapacağı üç aşağı beş yukarı belli… Partilerin oy tabanlarını veri aldığınızda, tüm Ak Partililer oy verse bile ‘evet’ oranı kabaca yüzde 55 oluyor. AK Parti seçmeninde bu taslağı irdeleyen, bunun Ak Parti’ye ve Türkiye’ye zarar vereceğini anlayan ve bu taslağı sözünü ettiğimiz medyanın ne yöntemlerle savunduğunu gören insanların içinden diyelim bir yüzde 15 çıkar ve ‘hayır’ derse ne olacak? Ak Parti’nin 50 puanının 6’sı hayır dese zaten iş bitiyor ve hayır çıkıyor. Böyle bir riski almak bir yandan Ak Parti için kısa vadede bir sorun. Ama onun ötesinde, yukarıda söylediğim gibi, referandumun geçmesi Ak Parti’nin aleyhine bir süreç başlatacak… Benim öngörüm, bu referandum geçerse 2019’a kadar istikrarlı bir şekilde gidilmesi çok zor olur ve 2019’da seçimlerin kaybedilme ihtimali çok artar. Ak Parti kurmayları halen var mı ve bu kurmaylar ne düşünüyor bilmiyorum. Ama benim gördüğüm bu…
– Medyadaki ve haliyle siyasetteki bu duruma biraz da örtülü destekten gelmedik mi? Yani hedef olmayana kadar kimsenin itiraz etmeyişi ya da kendine yakın görmediğinin bu durumu yaşamasından rahatsız olunmaması en önemlisi eleştirel bakışın hiç istenmeyişi vs…
İnsanlar çekindikleri için ses etmiyorlar. Belki menfaatlerini, işlerini kaybedeceklerini düşünüyorlar. Kendisini Ak Parti’ye yakın gören ve kamuoyunda öyle de görülen birçok kişinin medyada görünür kılınmamalarının ya da seslerinin duyulmak istenmemesinin sebebi başka bir korku. Şu an Ak Parti kendi içinden muhalif bir ses çıkmasından ürküyor. Çünkü o muhalif sesin daha doğru bir içerik taşıyacağından korkuyor. O zaman da eleştirel sesleri duymuyoruz. Pespayelik arttıkça bazı ‘ortada’ duran kişilerin de daha içe kapandığını, seslerini kıstığını görüyoruz. Sonuçta herkes bu seviyesiz medya ortamının etkisinde kalıyor. Buradan olumlu bir sonucun üremesi imkânsız. Olumluluğu sırf referandumun geçmesi olarak tanımlarsanız çok büyük bir hata yapmış olurusunuz. Çünkü bu ‘uğraş’ toplumu AK Parti’nin elinden alıyor şu an. Toplumun muhtemelen yarısı mecburen Ak Parti’ye oy verecek, çünkü ötekilerin kazanmasını istemiyor. Ama partiye ve liderliğe olan gerçek gönül bağı giderek zayıflıyor.
Bizi Takip Edin