Kutuplaşmanın Keşfi
Gündemde bir anda sık duymaya başladığımız “yeni” kavramlar oluyor. Kutuplaşma da bu yenilerden biri. İma ettiği şey özellikle AK Parti yandaşı ya da karşıtı olmak bazında iki kutuplu bir Türkiye. Fakat Kürt sorununun tekrar çatışmalı bir hal alışı, bu imayı bulanıklaştırıyor. Zira Kürt sorunu dışında kutuplaşmanın farklı kutuplarını oluşturan kesimler, Kürt meselesinde aynı kutupta yer alabiliyor.
Sadece Kürt sorununda değil birçok farklı konuda, kutuplaşmaya karşın toplumsal mutabakattan bahsetmek de mümkün. Başta Ermeni ve Yahudiler olmak üzere yabancılara karşı duyulan düşmanlık, ataerkilliğin ve erkekliğin hakimiyeti, kalkınmanın, gelişmenin kutsallığı, eşcinselliğe yaklaşım, ahlaki muhafazakarlık, vb. pek çok konuda, kutuplaşmanın tarafları uzlaşıyorlar. Dolayısıyla bir yandan kutuplaşmanın keskinliğinden bahsederken, bir yandan da toplumda azınlıkta kalanlar aleyhine işleyen geniş mutabakatlara tanık oluyoruz.
Bu karmaşıklık içerisinde kutuplaşma ve kutuplaşmanın yansımaları, yapılan sosyal araştırmalarda da yer bulmaya başladı. Nihayet doğrudan kutuplaşmayı soruşturan bir araştırma da aralık ayında tamamlandı ve geçtiğimiz ay sonuçları kamuoyuyla paylaşıldı: Karadeniz İşbirliği Fonu tarafından desteklenen ve Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği tarafından yürütülen “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması.”
Kutuplaşmayla esasen siyasi kutuplaşma kastediliyor. Siyasi kutuplaşma seçmenlerin rasyonel nesnel değerlendirmelerden uzaklaşması ve parti taraftarlığının güçlenmesine gönderme yapıyor. Kutuplaşma arttıkça beklenen şu: aynı siyasi partiye oy verenler hemen her soruna nesnel değerlendirmelerle değil siyasi parti aidiyetleriyle yaklaşırlar; oy vermedikleri partilerin savundukları pozisyonlara neredeyse külliyen karşı çıkarlar. “Kutuplaşma Araştırması” da her ne kadar geçmiş kıyaslaması yapma şansı olmadığını teslim etse de Türkiye’de kutuplaşmanın yüksek boyutlara geldiği sonucuna varmış. Araştırmanın kamuoyuyla paylaşılan sonuçları ağırlıkla malumun ilanı da olsa araştırma konuyu konuşurken veri sağlaması açısından önemli bulduğum bir çalışma. Malumun nasıl ilan edildiği de eşdeğerde konuşmaya değer.
1 Kasım seçimlerinin düşüş eğilimine girdiği düşünülen AK Partinin bir kez daha önemli bir başarısıyla sonuçlanması, AK Parti karşıtı olan seçmenlerde büyük bir hayal kırıklığı yarattı. AK Parti karşıtları, kısa süreli “memleketi terk etmek lazım” refleksinin ardından, “bu memleket bizim” “kimseye bırakmayacağız” söylemiyle kendilerine geldiler. Sekülerlerin ana akımlarında yer bulan bu “memleket bizim” yaklaşımı görece yeni. Yakın geçmişte 80’lerde, 90’larda birlik temalı söylemler hâkimdi, “bu memleket hepimizin”, “birlik olmalıyız” denirdi. Şimdi ise herkesin bir “bu topraklar” tarifi var ve onu diğerine bırakmak istemiyor. “Birlik “mesajlarında da “bizim” vurgusunda da her hâlükârda beklenti aynı gibi görünüyor: benzemeyenin kendine benzemesi.
Gururlu benzeşmezliğin temennisi
Bu benzememe haline rağmen yapılan birlik çağrısı, bir anlamda “ayrılsak da beraberiz” yaklaşımı, günümüzde “ayrı dünyalarda yaşıyoruz” yargısına dönüştü. Kutuplaşma araştırmasının sunumunda da araştırmanın yer aldığı haberlerde de (bu yazının yer aldığı sivilsayfalar.org da dâhil) sonuçlar, bir başka deyişle malum kutuplaşma, bu başlıkla ve/veya içerikle yer buldu. Türk filmleri senaryolarından aktarılan bu metaforun kullanılması tesadüf olmasa gerek. Öncelikle filmlerde ayrı dünyalar, aslında sevgili olmanın önündeki engeller olarak tarif edilir. Bir imkansız sevgililik halini açıklar. İkinci olarak ayrı dünyalar yoz ve yoz olmayan iki dünyaya göndermedir. Dolayısıyla ayrı dünyalar tabirinde gurur var. Ayrı dünyalarda olduğumuzun altının kuvvetle çizilmesi, sevgili adayının dünyasına benzememeyi değerli kılan bir vurgudur. Kutuplaşma ilanında da benzer bir izlek var. Aslında “aynı toprakların” sevgili insanlarıyız, fakat size benzemiyoruz biz. O kadar benzemiyoruz ki birleşmemiz mümkün değil. Bu gururlu benzeşmezliğin temennisi ise şu: -keşke” ayrı dünyalarda yaşama imkânı olsa ne güzel olurdu. 1 Kasım seçimlerinden sonra belirginleşen “gitme” söylemi ve “hayır gitmiyoruz bu memleket bizim” tepkileri bu ayrı dünya arayışının somut halleri idi.
Araştırma raporu bu şekilde malumu ilan ederken, bir dizi varsayım sonuçlarla iç içe geçmiş. Bunlardan ilki “kutuplaşmanın arttığı.” Bu varsayım, sanırım sıkça karşılaştığım “geçmişte bu kadar değildi. Yine çekişmeler olurdu ama şimdi başka.” Ya da “hiç bu kadar olmamıştı” gibi yargılarla ilişkili. Bunlar tabii daha çok geçmişe özlem duyanlardan duyduğumuz cümleler. İktidarı destekleyenler ise bulunduğu konforlu alan nedeniyle kutuplaşmadan diğer kutup kadar rahatsız değil. Onlara göre ise kutuplaşma eskiden daha çoktu. Şimdi milletin iradesi gerçekleşiyor.
İkinci varsayım bu düzeyde kutuplaşmanın bize özgü olduğu. Daha açık bir ifadeyle “gelişmiş demokrasilerde böyle değil, bizdeki otoriteryanizm buna neden oluyor”.
“Kutuplaşma bugüne ve bize özgü bir durum”
Bu iki varsayıma da itirazım var. İlkin Türkiye Cumhuriyeti tarihinin her döneminde siyasi meselelere yaklaşımlarda, birbiriyle geçişliliği fazla olmayan toplumsal kesimler hep varoldu. Yeni kuşaklar geçmişin mirasını taşıdılar. Yani siyasi meselelere karşıt yaklaşımlar yeni değil. Öte yandan AK Partinin uzun yıllardır iktidarın sahibi olması ve mütedeyyinlerin ve/veya merkez sağ oyların ağırlığını alıyor olması, kutuplaşmanın siyasal sonuçlarını ve görünümlerini artırıyor. Her ne kadar çok partili bir sistemimiz olsa da iki temel konuda (dindarlık ve Kürtlük) da kutuplaşmaya imkan verecek parti adreslerinin olması, iki partili sistemlere benzerliğe neden oluyor. Eski dönemlerde merkez sağ partilerin sayıca daha fazla olması ve/veya aralarındaki geçişliliğin daha fazla olması, özellikle de bugünden bakınca geçmişte kutuplaşma olmadığı ya da daha az olduğu hissine neden oluyor. Oysa partileri kategorik olarak ele aldığınızda geçişliliklerin bugünkü kadar az olduğunu ve siyasi meselelere yaklaşımlardaki uzlaşmazlıkların bugünden çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Kutupların birer partide toplanması iki yapının daha görünür olmasını sağlıyor. İkili yapılarda kutuplaşma sürpriz bir sonuç değil. Nitekim siyasi kutuplaşma literatürünün hacmini ABD siyasetinin oluşturması tesadüf değil. Velhasıl iki partinin öne çıktığı durumlarda seçmenlerin siyasi meselelere partizanca yaklaşmaları bize ya da bizim kültürümüze özgü bir durum değil.
Araştırmanın malumun “gerekli” ilanı olarak ifade ettiğim sonuçlarını, temel başlıklarına bakarak yorumlamaya çalışacağım:
“Partililerle kimlikler örtüşmüş”
Kimlikliklerle parti tercihlerinin örtüşmesi sanırım bugünün aşikar olgularından. Kimlikleri tanımlayarak konuşmanın bölücülük olarak görüldüğü yılları geride bıraktık. Kutuplaşma deyince ise esasen iki farklı cepheden bahsetmiş oluyoruz. İlki dindarlar ve sekülerler arasındaki kutuplaşma, ikincisi de ulusalcı/milliyetçi Türkler ve Kürtler arasında. İlkinde dindarlar toplumun her zaman çoğunluğunu oluşturdular ama AK Parti hükümetleri öncesinde, iktidardan buna mukabil oranlarda faydalanamadılar. İkincisinde ise Kürtler hem sayıca azınlığı oluşturdular hem de her dönem mağdur oldular. İki kutuplaşma ekseninin özelikleri de birbirinden farklı. Fakat her iki konuda da kimlikleri temsil eden siyasi partiler olması, kutuplaşmayı rahatlıkla partiler düzeyinde ele almaya imkan veriyor. Bir başka deyişle partilerle kimliklerin örtüşmesi zaten partilerin kuruluşlarına içkin bir şey. Kimlik eksenli şekillenmiş bir yapıda kimliği bulmak sürpriz değil. Yine de bu durumunun veriyle tescillenmesi iyi bir şey. Bu aşikârlık bir kenara, araştırmada, beklentinin aksine kimlik örtüşmelerinin katı olmadığına işaret eden sonuçlar da var. Örneğin aile neredeyse her yurttaşın “biz”ini oluşturan birincil kimliği olmuş. “Dindar insanlar” tanımlaması HDP’li yurttaşlarda %68, AK Partililerde %67, MHP’lilerde %56. Türk kimliğinin sahiplenilmesinde mutabakat MHP (%77), AK Parti (%76) ve CHP (%73) arasında. Kürt kimliğinde ise konunun sahibi beklendiği üzere tek bir partide: HDP (%86). Öte yandan AK Partililerin %18, CHP’lilerin %17, MHP’lilerin %16’sının Kürt kimliğini sahiplenen yurttaşlardan oluşması tüm bu kimlik eksenli parti yapılanmalarına rağmen kutuplaşmanın hissedildiği kadar sert olmadığına bir gösterge olarak da okunabilir. Benzer şekilde genellikle Alevilerin CHP’de temsil edildiği düşünülür. CHP’lilerde Alevi olarak kendini tanımlayanlar %28 iken, bu oran HDP’de %20, MHP’de %17 ve AK Partide %10. Alevi oranı en düşük AK partide görülüyor; fakat toplamda AK Partinin aldığı oy oranı gözetilerek bu oran ele alındığında, önemli sayıda Alevinin AK Partili olduğunu görüyoruz. Ya da AK Partililerin % 24’ünün kendini laik olarak, %6.7’inin gezici olarak tanımlaması yine kutuplaşma eksenindeki çatlaklara işaret ediyor.
“Geçmişe göre ayrılıklar artmış, gelecekte de artması bekleniyor”
Geçmişe göre ayrılıkların artmış olduğu, bir olgudan ziyade, yurttaşlarda hakim olan bir his. Umarım bu tür araştırmaların daha sık tekrarlanmasıyla karşılaştırmaları yapma fırsatımız olacak. Tabii bu hislerin yüksek çıkması (siyasi konularda ayrılıklar arttı önermesine katılanlar: CHP’lilerde %82, HDP’lilerde %78, MHP’lilerde %76 ve AK Partililerde %60) kutuplaşma geriliminin yüksek olduğunun bir işareti olarak değerlendirilmeli.
“Farklı mecralardan bilgileniyor, Diğer Mecraları Taraflı Buluyoruz” ve “Sosyal Medya Farklı Bilgileri Getirmiyor, Kendi Görüşümüzü Yansıtıyor”
Bilgi kaynaklarının farklılığı ve sosyal medya kullanımındaki cemaatleşmenin yüksek çıkması da bildiğimiz ve bize özgü olmayan konular. Yeni medya araştırmaları da sosyal medyanın, farklı unsurların karşılaştığı mecralardan oluşmasına ve müzakereci bir demokrasiye imkân sağlama potansiyeline sahip olmasına karşın, benzerlerin sosyalleştiği ortamlara dönüşmüş olduğuna işaret ediyor. Ancak bunun da Türkiye’ye özgü olduğunu söylemek iddialı olur; zira sosyal medyanın kutuplaşmayı körüklediği ve sosyal medyada homofilinin (kendine benzeyeni sevme) yaygın olduğu yabancı kaynaklı sosyal medya literatüründeki temel tartışma konuları arasında.
“Aynı Dünyada Yaşamıyoruz”
Farklı dünyalara gönderme yukarıda da konu ettiğim üzere son dönemlerde kamuoyunda hakim bir duygu. Araştırmanın bu durum için ortaya koyduğu kanıt ise ülkenin ekonomik durumu ve gidişatından memnuniyet ve mutlu olma oranları. Tahmin edileceği üzere siyasi partilere göre ülkenin ekonomik durumundan memnuniyet oranları oldukça farklı. Oy verme davranışında ekonomiden memnuniyetin önemli bir değişken olması yeni ya da şaşırtıcı bir durum olmamalı. Bir başka deyişle aynı dünyaya farklı bakmak mümkün.
Yine araştırma bulgularına göre AK Partililerin %44’ü, MHP’lilerin %29’u, CHP’lilerin %21’i, HDP’lilerin %7’si mutlu. Soru nasıl sorulmuş bilmiyorum, ama saha deneyimlerimizden mutluluk kavramının çağrışımlarında mutluluk endekslerinin türetildiği Batı toplumlarından farklarımız olduğunu biliyoruz. Mutlu olduğunu dışa vurmak, Türkiye toplumunda genellikle ayıp bir şeydir. Bu yüzden uluslararası araştırmalarda Türkiye’nin mutluluk skoru genellikle diğer ülkelere göre çok düşük çıkar. Bunun yanında bu araştırmadaki mutlu olma oranları başka çalışmalara göre daha da düşük göründü bana. Bu tür psikolojik verilerin toplanmasında soru formunun bağlamı ve/veya araştırma zamanlaması da çok etkili olabiliyor. Mutluluk ile ilgili başka verilere bakacak olursak, OECD endeksinde (2013) Türkiye’de ortalama bir günde olumlu duygu ve düşünceler içinde olduklarını söyleyenlerin oranı %68. TÜİK’in (2014)“Yaşam Memnuniyeti Araştırması”na göre, mutlu olanların oranı %56.3. Bu oran üniversite mezunlarında %60.2. Üstelik mutluluk oranı ölçülmeye başlandığı 2003’den bu yana çok benzer oranlarda olmuş. Bir tek ekonomik kriz hissinin yoğun olduğu 2008’de %56, 2009’da %54’de kalmış. Siyaset bağlamında sorulduğunda oran daha düşük olarak karşımıza çıkmış görünüyor. Bu tür çalışmalarda katılımcıların merkezdeki konu, kişi ya da kurum üzerine değerlendirmeleri diğer tüm özellikleri etkileyebiliyor. Bu yöntem tartışmalarında (Edward Thorndike’ın tabiri ile) “Halo etkisi” olarak tanımlanıyor. Bu örnekte mutlu olma ile parti tercihi bağımsız değişkenler olmaktan çıkıyor. Parti tercihi tüm diğer yanıtları belirlemeye başlıyor. Bu durum sonuçların sağlıklı olmasını etkiliyor.
“Siyasal Konuları Sağduyumuzla Değil, Parti Aidiyetimizle Değerlendiriyoruz”
Siyasal konuların değerlendirilmesinde oy tercihlerine göre keskin farklar olması, siyasi kutuplaşmanın önemli göstergeleri arasında görülüyor. Bu kendi içinde biraz sorunlu bulduğum bir yaklaşım. Yurttaşların siyasi görüşleri farklı olduğu için siyasi parti tercihleri farklı. Haliyle siyasi konulara yaklaşımları da farklı olacak. Araştırmada da konu edilmiş, beğenilen siyasi lider, 1 Kasım seçimleri sonrası hisler, hükümetin ekonomi politikası gibi doğrudan siyasi partilerle ilgili konularda farklılıkların keskin olmasında tuhaf hiçbir yan yok. Fakat her siyasi meselede ayrışma gözlemleniyorsa, o zaman evet kutuplaşma siyasi değerlendirmelerinin tamamını belirliyor diyebiliriz. Bunu gözlemlemek için birbiriyle ilişkisi az olan birçok farklı konuyu ele almak gerekir. Kutuplaşma araştırmasının konu ettiği sorunlar arasında, yöneticilerin yolsuzlukla ilişkisi ve baskıcı olmaları önermesinde AK parti ve CHP arasında, Kürt sorunu ile ilgili ifadelerde HDP’liler ve diğer partiler arasında farklar belirgin. Farkın en az olduğu önerme ise; “ülkemizi terk etmiş Ermeni, Rum, ve Yahudi’lerin malları iade edilmelidir” ifadesi. MHP’lilerin bu konuda diğerlerinden görece farklılaşsa da genel ortalamanın olukça düşük olduğu (%29) ve Türkiye toplumunun bu konuda bir mutabakatı olduğu söylenebilir. Burada konu edilmeyen Avrupa Birliğine bakış, ABD ve/veya yabancı algısı gibi başka siyasi konularda, ya da eşcinsellik, kızlı erkekli yaşama, erkeklik vb. birçok sosyal konuda oy verme davranışına göre farkların keskin olmadığını, hatta benzerliklerin daha fazla olduğunu başka araştırmalardan biliyoruz.
“Siyasi Görüş Farklılıkları Sosyal Mesafeye Dönüşmüş”
Sona bıraktığım araştırma sonuçlarının sivil toplum açısından en önemli bulduğum başlığı ise, siyasi görüş farklılıklarının sosyal mesafelere dönüşmüş olması. Kutuplaşmanın esasen siyasi parti düzeyinde değil toplumsal düzeyde işlediğine katılıyorum. Bu kutuplaşma eksenlerini tanımlarken andığımız iki toplumsal gerilimin (Dindarlık-sekülerlik gerilimi ve Kürt kimliği ile onu yok sayan tutum arasındaki) çözülememiş kadim meseleler olmasından kaynaklanıyor. Öte yandan araştırmanın bu sonucu partililer arasında öteki ile kız alıp verme, komşu olma, çocukların arkadaşlık etmesine izin verme gibi soruların yanıtlarına dayandırılmış. Bu soruları başka birçok araştırmadan bildiğimiz üzere kimlikler ekseninde tekrarladığımızda da benzer mesafelere (hatta daha da yüksek oranlarda) tanık oluyoruz. Dolayısıyla bu ve başka araştırmalarda tanık olduğumuz kutuplaşma esasen kimlikler arasında yaşanan bir kutuplaşma.
Öte yandan kutuplaşmanın toplumsal düzeyde mesafelere yol açtığı bu tür başlıklar olduğuna katılmakla beraber, birçok konuda Türkiye toplumunun çoğunluğunun paylaştığı özellikler olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla benzemezliklerin altı çizildiği gibi benzerlikler de öne çıkarılabilir. Yılmaz Esmer’in Değerler Araştırmasının verilerinde buna birçok örnek bulmak mümkün. Örneğin bulgularının sunulduğu Türkiye Değerler Atlası (2012) raporuna göre kendini dindar olarak tanımlayanların oranı %85. Bu oran üniversite mezunları arasında dahi %73. Aynı rapora göre “erkeklerin %81’i, kadınların %71’i aile reisi erkek olmalıdır” diyor. Güvensizlik de toplumun ortak özelliklerinden biri: “Türkiye, insanların birbirine en az güvenebildikleri ülkelerden biri. 22 yıldır bu durumda bir değişiklik gözlenmiyor. Türkiye’de insanların yaklaşık onda biri genelde insanlara güvenebileceğini söylerken, İskandinav ülkelerinde bu oran yüzde 80’lere yaklaşıyor.”
Velhasıl toplumsal mesafelerin arttığını söylemek aşırı iddialı. Toplum, başta ahlaki muhafazakarlık ve erillik olmak üzere pek çok konuda anlaşıyor. Ne var ki kutuplaşma geriliminin iki temel aksını oluşturduğunu söylediğimiz alanlarda toplumsal mesafelerin açıldığını da gözlemlemek mümkün.
Abartılı bir yorumla kutuplaşma araştırmasını değerlendirmeleri ile birlikte özetleyecek olursak, araştırma toplumun iki kesiminin sevgili olamayacağını, ayrı dünyalarda yaşadığını ve saygısızca birbirine iyi hisler beslemediğini ortaya koyuyor ve bu saygısızlığın giderilmesi talebini yükseltiyor.
Bu yaklaşıma iki itirazım var. İlkin, toplumun farklı kimliklerinin birbiri ile sevgili olması yanlış bir beklenti. Bu beklentide birbirine benzetme, bir olma arzusu hakim. Bunun yerine sevgili olmadan bir arada yaşama imkanını aramak lazım. İkincisi kutuplaşmanın kültürel, davranışsal bir mesele olarak algılanıp, toplumun büyüklerinin uzlaştırıcı hamleleri ile çözülebilecek teknik bir mesele olarak ele alınması.
Bu iki itiraza ek bir itiraz hatırlatması da yazı boyunca vurgu yaptığım kutuplaşmanın tarih dışı bugüne ait bir olgu olarak ortaya konulması. Kutuplaşmanın arka planındaki iki temel gerilim de yeni değil. Dindarlar ve sekülerle arasındaki birbirini yok etme ve/veya birbirine benzetme gerilimi ve Kürt kimliğini tanıma ve reddetme arasındaki gerilim verilere yansımış olan siyasi kutuplaşmanın toplumsal zeminini oluşturuyor. Bu iki gerilim hafiflemedikçe, çözüm yerine çatışma tercih edildikçe, siyasi kutuplaşmanın tezahür etmesi de doğal bir sonuç olacak. Dolayısıyla sevgi ve saygı ile (ek olarak hoşgörü ile) siyasi kutuplaşmanın azalması olası değil.
Bu konuda önemli rol sivil topluma düşüyor. Toplumsal düzeydeki bu gerilimlerin, siyasi partiler düzeyinde karşılık bulması daha doğal iken, toplumu dönüştürmeyi önüne koyan sivil toplumun daha çözüm ve toplumsal barış yanlısı olması gerekiyor. Somut olarak söyleyecek olursak, farklı mahallelerden sivil toplum kuruluşlarının birbiriyle daha fazla temas etmesi, müzakereci bir toplumsal diyaloğun öncüleri olması gerekiyor. Bu sadece ülkenin makro siyasi sorunlarının çözümü için bir ihtiyaç değil. Siyasi kutuplaşmanın sivil toplumda kendini yeniden üretmemesi, en azından kırılmalara uğraması, sivil toplumun ele aldığı farklı sorunların çözümü için de önemli bir ihtiyaç.
Bizi Takip Edin