Bir Savaş Politikası Olarak Orman Yangınları Ve Hayvanlar…
"Yanıyoruz. Ormanlarımız yanıyor. Hem de her geçen gün daha da şiddetlenerek, bir öncekinden daha fazla insan-hayvan canına, doğa tahribatına mal olarak.
Sivil Sayfalar ve Yeşil Gazete ortaklığında bu soruna el atalım, gündeme taşıyalım istedik.
Gezegen çapında sorunu kavramak, yerelde durum tespiti yapmak, kimlikler işin içine girdiğinde orman yangınlarına karşı tavırda değişim oluyor mu (bkz. Dersim Yangınları) araştırmak , uzmanlara danışmak ve en nihayetinde dosya konusunun bittiği an itibarı ile kapsamlı bir #OrmanDosyası içerik dizgesini önünüze sunmaktır ana gayemiz.”
Medyada çıkan orman yangınları, insan yerleşim bölgelerine sıçramamış ve bir insanı canından etmemişse medya genelde şöyle haberler yapar: Orman yangınında can kaybı olmadı. Peki on binlerce hayvanın yuvası olan ormanlar yandığında hiç mi can kaybı yaşanmaz? İnsanın canı can iken hayvanın canı neden candan sayılmaz? Her orman yangını haberi çıktığında benim yüreğim yanar çünkü o esnada binlerce hayvan, büyük bir çaresizlik içinde yaşamını yitirmektedir.
İnsanmerkezcilik, hayatımıza o kadar işlemiş durumda ki toplumun haber alma hakkını sağlayan basın, orman yangınlarında yaşamını yitiren sayısız hayvanı yok sayarak haberlerini yapıyor. İnsanmerkezciliğin yanında, bir de özellikle Türkiye toplumunu sarmış olan nefret kültürü ve ırkçılık var tabii. Orman yangını, batıda gerçekleşiyor ise “Türkiye’nin ciğerleri yanıyor” haberleri yapılırken, yangın eğer Türkiye’nin doğusunda gerçekleşiyor ise bu, ana akım medya için bir haber değeri taşımaz genelde. Bir de yangın, Türkiye’nin de batısında gerçekleşiyor ise, misal, geçtiğimiz Ağustos ayında Yunanistan’ın başkenti Atina yakınlarında başlayan ve Mati Kasabası’nı neredeyse haritadan silen orman yangınları için medyada ve sosyal medyada yapılan yorumlar, insanı dehşete düşürmeye yetiyordu. Onlarca insanın ve binlerce hayvanın can verdiği yangın, ırkçıların eğlence malzemesine dönüşmüştü.
Ben bu yazıda, Türkiye’nin orman yangınlarına yaklaşımına ve her şeyin üstünde tutulan “güvenlik” politikalarına değinmek istiyorum.
Bundan önce, şunu da söylemekte fayda var: İnsanlık tarihi zaten yangınlarıyla meşhur. İnsan türü, her zaman, önüne engel olarak çıkan yoğun ormanları yakarak kendisine yol açmış; Türkiye’ye bakacak olursak da ormanlık alanlar, rant projeleri için yakılarak yok edilmiştir. Mevzuatın koruma hükümleri uyarınca restorasyonu ya da rant amaçlı kullanımı mümkün olmayan kültür varlıklarının da kundaklandığını ve kundaklanmaya devam edildiğini biliyoruz. İnsanlığın klasik bir yöntemi olan yangın çıkartma, kundaklama, Türkiye’nin âdeta bir kültürü hâline gelmiş durumda. Çünkü failler asla tespit edilemiyor ve hemen ardından rant projelerinin nasıl hızlıca harekete geçirildiğini, tamamlandığını görüyoruz.
7 Haziran seçimlerinden sonra yaratılan savaş atmosferi, “çatışma bölgeleri”ndeki ormanlık alanlara da yansıtılmıştı. Temmuz 2015’te, Mezopotamya Ekoloji Hareketi (MEH), bölgede sürekli çıkartılan orman yangınlarının sebep olduğu ekolojik tahribatı yerinde gözlemlemek için ekolojistlere çağrıda bulunmuştu. Bizler de bu çağrı üzerine, bölgeye gitmek istemiştik ancak hemen ardından Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nden arkadaşlarımızın “can güvenliğinizi sağlayamayız” uyarısı üzerine İstanbul’dan hareket edememiştik. MEH’in Ağustos 2015’te yaptığı ikinci çağrı üzerine, çeşitli sivil toplum kuruluşlarından heyetler oluşturulmuş ve orman yangınlarının yaşandığı bölgeler ziyaret edilmişti. Bu yazıda, Demokratik Toplum Kongresi’nin, MEH yürütücülüğünde oluşturulan heyetlerin gözlemleri ve bölge halkının tanıklıklarını içeren “Orman Yangınları Araştırma, İnceleme ve Gözlem Raporu”na yansıyan bilgileri sık sık aktaracağım. Bu raporun bir amacı da HDP ve CHP vekilleriyle görüşülerek TBMM bünyesinde orman yangınlarının araştırılmasına yönelik bir komisyon oluşturulmasının önerilmesiydi. Ancak tabii ki bu, o dönemde mümkün olamadı.
Bahsini ettiğim raporda, üç ayrı heyet, üç farklı bölgeyi yerinde ziyaret ederek tespitlerde bulunmuştu: Dersim (Tunceli) ve Bingöl, Yayladere ilçesi; Amed (Diyarbakır), Lice, Kulp ve Bitlis, Geliye Şex Cuman; Botan Bölgesi, Mardin-Siirt-Şırnak’taki orman yangınları… Coğrafyası iyi olanlar, o coğrafyayı bilenler bilir; sistematik olarak çıkan orman yangınları, çok büyük bir bölgeyi kapsıyor. Ve yine bu büyük bölge, İstanbul’da ya da büyük şehirlerde hiç göremeyeceğimiz, çok sayıda farklı türden yaban hayvanına ev sahipliği yapıyor, aslında yapıyordu…
Raporda, en çok öne çıkan konu, yangınların “güvenlik güçleri” eliyle ya da etkisiyle çıkmış olduğuydu: “Bu çalışma ile birlikte yapılan incelemeler ve görüşmeler neticesinde orman yangınların hemen hepsinin askeri kurumlardan ve asker ve koruculardan açılan ateşler sonucu meydana geldiği ortaya çıkmıştır. Bölgede oluşturulan bu savaş ortamında güvenliği sağlamak gerekçe gösterilerek ormanlarımız keyfi olarak yakılmakta ve köylerin boşaltılması yönünde baskılar arttırılmaktadır.”
Bu yangınlar yaşanırken, bizler, ekolojistler ve bazı hayvan hakları örgütleri, yangınların söndürülmesi için Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na âdeta yalvardık. Medya bu yangınları görmezden gelirken ya da yangınlara sebep olan askerî saldırıları “terörle mücadele” olarak haberleştirirken, dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, bölge orman yangınları ile kül olduktan sonra, TBMM Genel Kurulu’nda bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada bakanlığından övgüyle bahsediyordu. Sivil Sayfalar için yazdığım bir yazıda konuyla ilgili şunları yazmıştım:
“Yine Bakan Bey, orman yangınlarını söndürme konusunda çok büyük teknolojilere sahip olduğumuzdan bahsetti hatta bu konuda o kadar gelişmişiz ki komşu ülkelerin neredeyse tamamına orman yangınlarını söndürme konusunda havadan destek veriyormuşuz. Daha geçenlerde İsrail’deki bir orman yangınına Türkiye’nin müdahale ettiğinden bahsetti Bakan Bey. Sadece ve sadece geçen yıl, Güneydoğu’da ormanlar cayır cayır yandı, içindeki tüm hayvanlarla birlikte yanıp kül oldu. Tabii ki Türkiye’nin yurtdışındaki orman yangınlarına müdahale etmesi sevindirici bir girişim ancak Güneydoğu’da, Dersim’de, Lice’de ormanlar, devletin savaş uçakları ve helikopterlerinin bombardımanı ile yanarken, hepimiz bakanlığa yangınlara müdahale edilmesi için âdeta yalvarırken, hatta bir köylü orman yangınlarına müdahale etmeye çalıştığı sırada askerlerce vurulup hayatını kaybederken sormazlar mı Bakan’a: “Siz neredeydiniz Bakan Bey?”. Teknolojimiz o kadar gelişmiş ki, Bakan’ın da teknolojiye o kadar merakı varmış ki orman yangınları söndürülürken Bakan Eroğlu, internetten izliyormuş havadan müdahaleleri… Ayıbın kelimesini bakanlar, bürokratlar unutmuş olabilir ama biz unutmadık!”
Bu ülkede vicdana sahip olanlar, ülkemizde ne yaşandığını, ülkemiz sınırlarında ne acılara sebep olunduğunu unutmayacaklar; tüm bunları tabii ki affetmeyeceğiz…
DTK’nin, MEH’in oluşturduğu heyetlerin gözlemlerine ve tanık aktarımlarına dönük olarak hazırlanan rapora tekrar dönersek, karakollardan açılan ateşler sonucu, bölge halkının beslendiği ve geçimini sağladığı meyve ağaçlarının, yaban hayvanlarının beslendiği bitkilerin ve meraların da yanıp kül olduğu okunabilir.
Aynı yaklaşımı, abluka altına alınan şehirlerde tanık olmuştuk. Ağaçlar yakılmış, ağaçlara ve hayvanlara saldırılmıştı.
Resmî Kurumlardan Yangına Müdahale Yok, Genelge Var!
Çıkan yangınlara, Orman Müdürlüğü ve İl Afet Müdürlüğü hiçbir müdahalede bulunmayıp yangınlar tamamen bölge halkı tarafından söndürülmeye çalışılırken, bir de genelgeden bahsediliyor raporda: “Yangına müdahale Dersim Ekoloji Meclisi, köylüler, Munzur Doğayı Koruma Derneği ile belediye tarafından yapılmış. 2. ve 3. gün Orman Müdürlüğünün çalışanları gönüllü olarak kurumun kepçesiyle birlikte müdahaleye gelmişler.
22 Temmuz 2015, Başbakanlıktan gelen genelge ile bölgedeki yangınlara devlet kurumları tarafından müdahale yapılmayacağı yapıldığı takdirde çalışanlar hakkında tutanak tutulacağı kurumlardaki çalışanlar tarafından halka söylenmiş. Bu nedenle müdahaleye kurum çalışanları kurum adına değil, gönüllü bölge halkı kimliği ile katılım sağlanmış.”
Ben, benzer bir genelgenin varlığından, 2015 sonu, savaş ve çatışma bölgelerine yaptığım gözlem ziyaretinde de haberdar olmuştum. Bakanlık, çatışma nedeniyle ölen hayvanların bilgisinin basın ve kamuoyu ile paylaşılmaması için kamu kurumlarına genelge göndermiş, isimsiz olarak görüştüğüm personelin bu beyanını raporlarımıza eklemiştim. Ben bu kadar kötülüğü gerçekten algılayamıyorum. Tüm bunlar koca bir ayıp! Gerçekler, eninde sonunda gün yüzüne çıkıyor, çıkmasa bile bizler o yıkımın canlı tanıklarıyız!
Aynı rapordan alıntılar ile devam etmek istiyorum:
“Ormanlık bölgelerde dağ keçisi, vaşak, tilki, ayı, yaban domuzu vb yabani hayvanlar çok görülmekte; yangınlara müdahale eden halk tarafından bu hayvanların can havliyle kaçtığı ve yandığı görülmüştür”
‘Hayvanların Yanarken Bağırışları Hala Kulaklarımda’
Ambar Köyü’ndeki yangın ise Pah (Pax) Karakolu tarafından açılan havan atışları sonucu başlamış. Köy sakinlerinden Gazel S. bakın ne diyor: “Köy kadınları olarak toplanıp gönüllülerle birlikte müdahalede bulunduk. Yangın sırasında birçok yaban domuzunun yandığını gözlerimizle gördük ve hayvanların yanarken bağırışları hala kulaklarımda.”
Orman yangınlarının kasıp kavurduğu, yaşamı bitirme noktasına getirdiği bölgeler, aynı zamanda 90’larda boşaltılan köyler. 2010’lu yıllarda köylerine tekrar dönmeye başlayan insanlara ve özellikle barış süreci ile asıl yuvalarına dönmeye başlayan yaban hayvanları için, yıllardır devam ettirilen orman yangınları çok büyük travmalara sebep oluyor. Ne devletin ne hükûmetin, ne ad altında olursa olsun, bölgede yaşamını sürdüren kimseye böyle bir mezalim çektirmeye hakkı olmadığını düşünüyorum şahsen.
‘Karıncalarımız Özgürce Dolaşsın. Ayılarımız, Kurtlarımız, Evlerimiz ve Ağaçlarımız Yakılmasın’
2015’te yaşanan orman yangınlarının durması için dönüşümlü 10 günlük açlık grevine başlayan Dersim’in Ovacık ilçesindeki Leşqan (Aslıca) Köyü sakinlerinden, 102 yaşında Cemile R. bakın neler diyor ve hissediyor: “Osmanlı’dan bu yana bölgede katliamlar ve acılar devam etmekte, artık topraklarımızda özgürce yaşamak istiyoruz. Topraklarımızda mezarlarımız olsun. Ziyaret merkezlerimizi, yatırlarımızı özgürce ziyaret etmek istiyoruz. Karıncalarımız özgürce dolaşsın. Ayılarımız, kurtlarımız, evlerimiz ve ağaçlarımız yakılmasın. Topraklarımızda barış ve dostluk içinde yaşamak istiyoruz.”
‘Güvenlik Bölgesi İlân Et, Orman Yangını Çıkar, Zorla Göç Ettir’ Politikası
Aynı raporda, dikkat çeken başka bir husus ise, yangınların güvenlik bölgesi ilân edilen köylerin boşaltılması için kullanıldığı:
“Bölgedeki Doğantaş, Rabat köyleri güvenlik bölgesi edilmiş. 19 ağustos 2015 tarihine kadar köylerini boşaltmaları için buradaki köylülere tebliğler gönderilmiş. Ancak köylüler köylerini terk etmek istemiyorlar. Bu konuda köylüler endişe duymaktadırlar. Karakollar tarafından çıkarılan orman yangınlarının, geçim kaynakları olan bahçelere, meralar ve ormanlara zarar vermek ve köylüleri göçe zorlamak amaçlı olduğunu köy halkı tarafından dile getirilmektedir.”
Raporda, gözlem yapılan üç ayrı bölgeye ilişkin tespitler açıkça ifade edilmiş, yazının başında raporun linkini verdiğim için rapordan daha fazla alıntı yapmak istemiyorum çünkü rapor, herkesin erişimine açık. Ancak şunu net olarak söyleyebilirim ki 2015’te bizzat devlet eliyle çıkarılan bu yangınların neredeyse tamamı belli bir maksadı bana işaret ediyor: Bir savaş politikası olarak ekolojik yıkım! İster devlet, ister örgüt, isterse rant şebekelerinin elemanı olsun; kimsenin böyle bir yıkımı gerçekleştirmeye hakkı yok. Bu hakkı kendinde görenler, insanlık tarihinin eli kanlı, kirli kişilikleri olarak anılacaklar. Raporun sonuç kısmını da alıntılayarak, yazıya son vermek istiyorum:
“Çıkarılan orman yangınları bölgenin doğal bitki örtüsü ve yabani (doğal) canlı türlerinin hepsine yönelik yapılan büyük bir doğa katliamıdır. Yangınlar sırasında ağaçlar ve bitkilerin tamamen yandığı fotoğraflardan görülmektedir. Ayrıca birçok yabani hayvanın yangınlar sırasında yandığı ve doğal yaşam alanından koparıldığı görülmüştür. Bu yangınlarla doğal yaşamın dengesi tamamen yok olmuş, bu dengenin tekrar kurulması yılları alacaktır. Yangın bölgelerinde bir insan kadar diğer canlıların yaşamları üzerinde hak ihlalleri ortaya çıkmıştır.”
Orman yangınında, yangında ölen hayvanın, ağacın, insanın milliyeti, ırkı, dili, türü, dini olmaz, ortada kalmaz. Her orman yangını ise, yerinden kıpırdayamayan ağaçların; onların dallarındaki yuvalarında ailelerini bekleyen yavru kuşların; çalılıklarda, oyuklardaki yavru yaban hayvanlarının; toprak altındaki her türden böceğin, dumandan göz gözü görmez bir ortamda hiçbir yere kaçamayarak yanan ve boğulan yaban hayvanlarının, kaçamayan insanların hayatını kaybetmesi demek… Medyanın da bizlerin de bunu fark etmesi gerekiyor artık.
Orman yangınlarını umursamayan ya da orman yangınlarının arasında dahi bir kıyaslama yapan bir toplumda ise ben bir gelecek göremiyorum maalesef. Öte yandan, iklim değişikliği, ekolojik yıkım gündemimizde olmadığı ve kendimizi değiştirmediğimiz sürece, hep birlikte, insanıyla, insan-dışı hayvanıyla, ağacıyla nice acılar yaşamaya devam edeceğiz. Ve olan, her zaman olduğu gibi, en başta hayvanlara ve doğaya olacak. Bunu yapmaya hakkımız var mı? Yukarıda anlattığım ve alıntıladıklarımı tekrar düşündüğümüzde, devletin tüm bunları yapmaya hakkı var mı? Şimdi hep birlikte, oturduğumuz yerde, düşünelim…
Bizi Takip Edin